Her temasın iz bıraktığı, bellekte gedikler ve dünyada mezarlar açtığı bir gerçek. Kimi coğrafyalarda adına kader, kimisinde keder, kimisinde heder derler. Bir renk bir başka renge karışınca ne oluyorsa öyle oluyor. Değişen her şeyin orta yerinde aynı süratle yaşamaya gayret ediyoruz.
Burası sıfırla başlıyor, bazen bir kuyu açılıyor ve içindekiler kuyu ağzını gökyüzü sanıyor. Burası bazen başlamadan bitiyor. Burası buradan uzak yerlerde bulunabiliyor. Silikleşen anılar ve sindirilen hayaller bir veba gibi kuşaktan kuşağa yatay ve dikey geçişler yapabiliyor. Yaşamak böyle bir şey; beklenen gelmiyor, bilinmeyen kapıya dayanıyor.
Kuşkuların heyelanı, akşamların hüznü, aşkların depremi, aşksızlığın rütbesi hep birilerinin rüyalarında; hayatla asla karşılaşmıyor ve hayata karışmıyor. Bir tekrarın rüzgârı, bir mahcubiyet yağmuru, yaslı bir dolunay akşamı denk geliyor ve getirmiyor.
Bir kelimenin bir cümleden kaçışı var; bazen her sabah o sesle uyanırız. Ona efsaneler, teraneler, tecrübeler anlatırız. Herkesin başına gelen bir şeydir, beklenmedik her an gelebilir ve sonlar her şeyin başındadır. Sihirli noktalar, pişman virgüller, sinirli soru işaretleri hep bir istişarede. Dünyanın dönmesini değil, dünyadan kaçma yollarını deniyor.
Aynı duvarların aynası oldukça insan, aynaya bakmayı unutur. Gecikmiş heyecanlar, gerçek anlar, gerçekleşmiş düşler, geç kalan sevinçler, erken gelen avuntular; baktırır kendine ve başka da bir yeri gördürmez. Sırların yokluğu insanı sessiz harflere mecbur eder.
Kırılgan yerleri var insanın, kırılmış hafızası da var. Biriken öfke, bir yere gitmeyen adımlar, göstermeyen yollar, pusu atmış barbarlar, bozulan renkler ve rengini yitiren bakışlar. Bu günlerde her şey ve herkes birbiriyle yarışma telaşında.
Varılacak diyar, varsayılacak dünyalara yelken açar belki. Zaten her ihtimal hayata dahil olduğundan beri, hep bu ve böyleyiz. Dünya ile hayat bizim dışımızda, biz onların içinde, denk geldikçe fark etmenin her devrinde. Kıyaslamak ve sarsılmak bu çağın en meşhur icabı ama icadı değil.
Küller ve kemikler, endişelerin mitolojisi, enkazların tarihi, ezberlerin intiharı sürüklüyor bir şeyleri; bulutlar gibi, toz ve toprak gibi. Ateş ve güneş, aşk ve ayrılık ve birbirine benzeyen dumanların gösterdikleri; götürüyor bir şeyleri. İnsan gitmektir, insan bazen kaldığı yeri yadırgayandır ve insan en fazla onu hatırlayana yadigardır.
Melankolik zamanlar, matemli mekanlar, cinnet dolu manzaralar ve travmatize edilmiş düşler; her hissin iğdiş edilmiş günleri vardır ve peşinde molozlar bırakır. Kısaltmalar, kısılmalar, kasıtlar; her biri bizi kuşatan çemberin son sözleri gibi ve kalanlar da kristalize ettiğimiz anların özlemi.
Her hayat ve hey hayat bir çağrının ötesinde bir yerlerde duruyor. İnsan kendine yer ararken ve yer açarken zaman işin içine karışıyor.
Gölgesi var geçmişin, kokusu, bakışı, alışkanlığı ve dönüp dönüp baktıran birçok şeyi. Tanımlar artık tavlamıyor hüznü, tavırlar artık saklamıyor üzüntüyü ve her şey göstermek icabı, görülmek zorbalığı. Uzakların gelip günün orta yerine karışması, yakınların gidip uzaklara karışması var; yaşamak türlü türlü ve uzun bir telaş.
Haftanı kitap önerisi: Dörthe Binkert, Melankoli Kadındır / Çeviren: İlknur İgan, Ayrıntı Yayınları