Sayın Pervin Buldan’ın Sayın Öcalan ile yaptığı görüşmede gündeme gelen, medyanın süreci kışkırtmaya çalışması hakkındaki değerlendirme, savaş medyası tarafından, DEM ve Öcalan basına sansürü savunuyor konsepti ile tedavüle sokuldu. Aslında söylenen, medyanın savaş kışkırtıcılığı yapması yerine barış gazeteciliğini öne çıkarmasına yönelik bir eleştiriydi. Geneli 30’lu yaşlarda olup akademiden-basından devşirilmiş bir ekip, daha çok muhalif görünümlü medyada bu algıyı pekiştirmek için çaba sarf ediyor. Tabi son 40 yıllık süreçte devlet gazeteciliği yapmış isimler de bunlara abilik, ablalık yapıyor. O abilerinin ve ablalarının aldığı mirasın da 1930’lu yılların gazeteciliği olduğunu belirtmek gerekiyor.
Nasıl bir mirasmış bu?
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren gelişen Kürt isyanları, 6-7 Eylül Rum Pogromu, Maraş Kıyamı, Askeri darbeler, tanınmış Kürt şahsiyetlere yapılanlar Madımak ve Roboski Katliamı ve benzeri birçok olay karşısında, Türk medyasının yayıncılığı dezenformasyonda (bilgi kirliliği, bilgiyi çarpıtma) ne kadar mahir olduğunu gösterdi. Kürt isyanları için kullanılan dil hep aynıydı. Resmi açıklamalara paralel olarak, manşet haberler ve köşe yazılarıyla desteklenen söylemin temel retoriği, Kürt diye bir halkın olmadığı, onların öz be öz Türk olduğuydu. Bu isyanların da cahillik sonucu meydana geldiğini belirtmekten de geri durmuyorlardı. Ağrı İsyanı ile ilgili olarak 13.07.1930 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Yunus Nadi, “Doğu sınırımıza cahil bazı kimselerin saldırmaya cüret ettikleri bazı münasebetsiz hareketleri, bastırıp cezalandırırken, onu bağımsız bir kavmin hareketi gibi görmeyi, hem siyasete hem de gerçeğe uygun bulmayız…” Yunus Nadi ve Türk medyasına göre tek gerçek, Kürtlerin Türk olduğuydu. 1937’deki Dersim Katliamı ile ilgili olarak, Ulus gazetesi ise 22.06.1937 tarihindeki sayısında başyazı olarak, “Taşıdıkları kabile ve aile arlarıyla, etnografik birçok deliller, bu halkın esasen Türk olduğunu ispatlarken, onlar geriliklerini bir başka milliyet iddiasının siperleri arkasına koymak istemişler; yanlış iddianın sonucu, çevreleri için yabancı unsur olmuşlardır…” Cumhuriyet ve Ulus gazetesinde de buna paralel haber ve karikatürler yayınlanıyordu.
6-7 Eylül’de Rumlara karşı girişilen talan hareketinde, basın yine rolünü oynamıştı. Öncesinde başta Hürriyet ve Cumhuriyet olmak üzere birçok gazete, Rumların para toplayarak Kıbrıs’taki ENOSİS örgütüne para aktardığı haberleri başköşeleri süslüyordu. Ardından da İstanbul Ekspres adlı gazete Atatürk’ün Selanik’te doğduğu ev bombalandı haberi yapıyor, Türk basını, istihbarat ile el ele bir katliamı organize ediyordu. Hem devlete hem de basına göre suçlular da Komünistler oluyordu. Maraş Katliamının failleri üzerine basının büyük çoğunluğu lal oldu. Sanki Mars’tan birileri gelip o vahşeti yapmış gibi haber yapıp, köşe yazdılar. Askeri darbelere karşı tutumlarına hiç girmeyeyim ama bütün medyanın küfürler eşliğinde Ahmet Kaya’yı linç etiğini tekrar hatırlatayım. Ki o özlemini duydukları medyaları Yılmaz Güney’in ölüm haberini girmeye bile cesaret edemeyenlerdi. Madımak Katliamını Kürtlere havale edeninden, Roboski katliamını bir gün gizleyip, sonra da terörist zannettik, ne var canım kaçakçılarmış sonuçta diyenine kadar her türlü örneğini gördük.
Barış gazeteciliği neden önemli?
1.Dünya savaşı başladığında, ABD basını buna ‘Avrupa Savaşı’ diyordu. Savaş halindeki Avrupa, her çeşit giyecek, yiyecek, ilaç ve silaha ihtiyaç duymaya başlayınca, satıcı olarak ABD karşılarına çıktı. Doğal olarak satışlar arttıkça, ekonomi büyümeye başladı. Kısa sürede İhracat miktarı, eski rakamları beşe katladı. Herkes, başkalarının ölümü üzerinden gelen refahı tüketmek derdindeydi. Alman torpidoları bir ABD gemisini batırınca işler biraz değişti. Yine de savaş hala uzaktaydı. Ne var ki Avrupa’daki müşterilerin baskısı artınca, ABD kendini savaşa girmek zorunda hissetmeye başladı. Halkın içinde böyle bir heves yoktu ve en büyük sorun buydu. Toplum mühendisleri, medya üzerinden savaş propagandası yapmaya başladılar. Üç ay gibi kısa bir sürede, savaşa karşı olan bir halk, savaşa girmek için can atmaya başlayacaktı. Vatan, kilise, bayrak, Amerikan değerleri ile süslenmiş yazı ve haberler yeterli olmuştu. Basının savaşı kışkırtmasının toplumu nasıl manipüle ettiğine güzel bir örnek. O yüzden barış gazeteciliği önemlidir.
DEM Parti için, basına sansürü savunuyor diyenler, bizatihi DEM Parti ve öncüllerine sürekli sansür uygulayanlardır, onların abileridir, ablalarıdır. Gazeteci Metin Münir 15.04.1994 tarihinde Tempo dergisine verdiği mülakatta: “Sayın Cumhurbaşkanı Özal’ın Çankaya’da yaptığı toplantıda, biz davetlilere, Doğu’da neler olup bittiği anlatıldı ve bizden birtakım isteklerde bulundu. Bu istekler tarafımızdan kabul edildi ve uygulamaya konuldu, bu ortak tavrımızdı…” demişti. 15 Haziran Seçimleri sonrası ise Binali Yıldırım yine basını toplamış, HDP’nin medyada kesinlikle yer almaması gerektiği konusunda ricacı olmuştu. İşte bu talimatları uygulayıp gazeteci, akademisyen-yazarlık yapanlar ve onların talebeleri, utanmadan DEM Parti’yi sansürü savunan bir yere konumlandırmaya çalışıyorlar. Siz gazeteci falan değil, cephe savaşına girdiğini zanneden birer kurşun askersiniz.