Sizi bilmem ama ben ülkemizin halini, ekonomisi ve tüm kurumlarıyla karaya oturmuş bir gemiye benzetiyorum bugünlerde. Ancak gemi öyle büyük ve halen öyle bir beklenti yaratıyor ki, dünya envanterinden düşülemiyor bir türlü. Bu ülkeyi -sizin için- daha iyi yönetirim, diye bizden oy isteyip, iktidara gelenlerin derdi, gemiyi yeniden yüzdürmekten çok, devasa batığı yağmalamak maalesef.
Herkes, her kesim bu yağmaya kendi meşrebince ve kendi yetenekleri kadar katılmış durumda. Her sektör için ve hatta her bir zengin için, adeta onu yolmak-soymak üzere bir çete türemiş durumda. Denilecektir ki, eskiden de mafya ve mafyacıklar vardı. Evet, ama bunlar yeni nesil çeteler…
En yukarıdan başlayacak olursak, şehir hastanesinden, boğaz köprülerine büyük yatırımların hepsi, bu yatırımdan bana ne düşer, ne yaparsam, bana daha fazla düşer yaklaşımıyla yapılıyor. Bir havaalanının yolcu potansiyelinin en fazla halinde neredeyse yüzde 3 ya da 5’ini tutturabilmek nedir Allah aşkına.
Peki, ya Çanakkale köprüsünün en rasyonel yerde, en rasyonel yükseklikte yapılması yerine, Çanakkale tarihiyle ilgili kimi rakamlara ulaşmak üzere kimi boyutlarının yükseltilmesi benzeri fantazilere ne demeli? Bu rakamlara ulaşmak üzere yapılan -dahası yolcu beklentisini de karşılamaktan çok uzak- fazladan harcamaların hesabını soracak Sayıştay benzeri kurumlarımız hâlâ çalışıyor mu?
Ya da ne bileyim, daha en az 10 yıl bize yetebilecek İstanbul’daki ikinci havaalanını hem de bir yıl işletme parasını fazladan ödeme pahasına üçüncü havaalanını bir an önce inşa edip, işletmeye açmak niçin? Sahi, işletme süresini ya da hakkını tamamlamış şirkete, üçüncü köprüyü bir yıl daha sen işletmeye devam et ve fazladan para tahsil et, demeyi acaba Avrupa’da yapabilir misiniz?
Ama dedim ya, bu çürümüşlük en tepeden en alta kadar sirayet etmiş durumda. “Madem böyle bir düzende yaşıyoruz, ben de bir tas doldurayım bu kazandan” hesabı var herkeste. Örneğin, iki yıldır faaliyette bulunan cezaevlerindeki “İdare ve Gözlem Kurulları”, bir fazla toplantı, bir fazladan huzur hakkı ödeneğiyle biraz daha fazla para kazanayım, kafasıyla kalıcı kötülük ekiyor topluma.
Geçenlerde onlarca yıl yatsın diye içeriye atılmış ama davaları halen süren bir Kürt kadın siyasetçiden mektup geldi bana. Gündüz vakti yanmakta olan -söndürülmesi unutulmuş- devasa spot lambaların söndürülmesi için gardiyanları uyardıklarını ama onların “aman yansın; devletin malı deniz” şeklindeki vurdumduymaz tavrına üzüldüklerine belirtiyordu mektubunun bir yerinde.
Milletvekili ya da belediye başkanı seçilmiş Kürt siyasetçilerin, haksız yere içeri atıldıklarında bile ülkenin ve hatta dünyanın düşürülmüş olan durumuna üzüldüklerini, yapılabilecekler için fikirler, yaklaşımlar ürettiklerini görüyoruz. İktidar kanadında ise bunu görmek pek mümkün değil; çünkü onlar bu ülkenin demokratik bir şekilde var olabileceğinden umudu oldum olası kesmişler galiba.
Bu yüzden, ülkedeki son kaynakları da yağmalamanın derdindeler. Oysa böylesi bir gelecek kimin işini yarar diye soracak olursanız; gemiyi terk ettiklerinde gitmek üzere Londra’nın en lüks mahallelerinde ev alanların en çok ‘yerli’ ve ‘milli’ olduğu iddiasındaki zenginler arasından olduğunu söyleyebilirim…
Ülkemizde onurlu bir barışı sağlayabilirsek, yüzyıllık cumhuriyete hiç olmazsa, demokrasiyi de aşılama şansımız olacak. Demokrasinin sadece beğenmediğimiz iktidarı değiştirebilme olanağı bile şimdiki halimizden iyidir ve buna ulaşmak öyle sanıldığı gibi çok zor değil, inanın!