“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin ya da adaleti hiç sevmedin!”
Santiago Rámon y Cagal
“Siyasal iktidar denen şey, bir sınıfın başka bir sınıfı ezmekte kullandığı örgütlü güçten başka bir şey değildir…”
Friedrich Engels
“Düşünmek hayır demeyi bilmektir…”
Alain Émile-August Chartier
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı imparatorluğunun devamıydı… Osmanlı’da devlet kutsaldı, onun doğrudan devamı olan “cumhuriyet döneminde” daha da kutsal… Devletin kutsal sayıldığı yerde ‘gerisi teferruattır denir… Geride kalan yüzyıllık tarih kitle katliamlarının, siyasi cinayetlerin, darbelerin, işkencenin, yasakların, yok saymanı tarihidir… Velhasıl modernlik, ilericilik, çağdaşlık retoriğinin reel bir karşılığı yoktu…
Türkiye’nin tarihinde hiçbir zaman bir aydınlanma devrimi, modernite devrimi yaşanmadı. Eski rejimin geleneksel ideolojisiyle cepheden bir hesaplaşma olmadı. Devlet-halk yabancılaşması ‘cumhuriyet döneminde’ de kaldığı yerden devam etti… Gerçek durum öyleydi ama retorik farklıydı… Geride kalan dönemin siyasi iktidarları halk tarafından gelen hiçbir demokratik talebe olumlu cevap vermediler… 1945-50 sonrasında oynanan ‘demokrasi oyunu’ kitleleri aldatmanın, oyalamanın ötesine geçemedi… İmparatorluğun tebaâsı, Padişahın kulu, bir cumhuriyetin yurttaşı olamadığı için… Bizde ortalama bilinç de yurttaş bilinci değil, mülteci, muhacir, sığıntı, misafir bilincinin ortalamasıdır… Aksi halde Türkiye bu günkü sefil durumda olur muydu?
Bağnaz resmî tarih ve resmî ideoloji, toplumun kendisi hakkında “düşünmesini engelledi… Anaokulundan üniversiteye dayatılan tedrisat (eğitim), insanların düşünce yeteneğini dumura uğrattı… Eleştirel düşüncenin yasaklandığı durumda da işlerin sarpa sarması kaçınılmazdı. Bidayetten itibaren eleştirel düşünce yasaklandı, lânetlendi… Bu ülkenin en değerli yazarları, şairleri, sanatçılar bilim, insanları, gazetecileri, devrimcileri, sosyalistleri… katledilmedikleri zaman, işkencelere maruz kaldılar, zindanlara atıldılar, aç ve işsiz bırakıldılar, ilticaya zorlandılar… Aslında söz konusu olan bir “faili meçhul” (aslında doğrusu faili devlet) cinayetler “cumhuriyeti”… Oysa özgür düşüncenin, özgür tartışmanın yasaklandığı bir toplum önünü göremez, yolunu bulamaz çürür ve çöker… Şimdilerde Türkiye’nin içine sürüklendiği sefil durum ne demek istediğim hakkında bir fikir verecektir…
Tarih boyunca egemen olan sınıflar, yeni, orijinal, aykırı düşüncelerin ortaya çıkıp geçerli egemen ideolojiyi aşındırmasını, hâkim paradigmada gedik açmasını engellemek istemişlerdir. Yeni ve aykırı düşüncelerin egemen ideolojide açtığı gediğin büyümesinden korkmuşlardır ve bu yerinde bir korkudur. Bu durum bir başka açıdan da önemlidir; her türlü sömürü, baskı ve zulüm düzenini ayakta tutan, sadece ve esas itibariyle kaba kuvvet, çıplak şiddet değildir. Egemenliği asıl ayakta tutan ideolojik egemenliktir, ideolojik köleliktir, gönüllü kulluktur… Buna ‘gönüllü kölelik’ veya ‘gönüllü kabullenme’ de diyebilirsiniz. İşte, gönüllü köleliği sağlayan da ‘ideolojik yabancılaşmadır’. Başka türlü ifade etmek istersek ‘yanlış bilinçtir’. Yanlış bilinç, ezilen ve sömürülen kitlelere, geçerli egemenlik ilişkilerini kabullendirmek ve onların kendilerini ezen rejimin niteliğini, sömürü, bağımlılık ve hakimiyet ilişikleri bütününü sorgulamasını ve kavramasını engelleme amacıyla oluşturuluyor…
Kapitalist toplumda devletin üç işlevi vardır: 1. Sermayenin hareketine uygun koşulları oluşturmak; 2. Özel sektör [sermaye] tarafından asgari düzeyde bile karşılanması mümkün olmayan ‘kamu hizmetlerini’ sağlamak; 3. Zenginleri yoksullardan korumak… Neoliberal küreselleşme çağında durum değişti. A’dan Z’ye her şey özelleştirildiğine, bir kâr aracına dönüştürüldüğüne, kamu hizmetleri budandığına, müştereklerin’ de (ortak yaşam alanları ve kaynakları) yerinde yeller estiğine göre, artık devletin işlevi ikiye inmiş bulunuyor. Sermayenin sömürü, yağma ve talan koşullarını oluşturmak ve zenginleri yoksullardan korumak! Dünyada ve Türkiye’de 1980 sonrasında olup-bitenleri hatırlamak ne demek; istediğimi anlamaya yeter… Devletler artık toplumu kanını emen vampirlere dönüşmüş bulunuyor… Hükümetler münhasıran küresel oligarşiler koalisyonunun hizmetinde… Artık Dünya şirketlerin, sermaye baronlarının dünyası… Her ülkenin oligarşisi küresel oligarşinin bileşeni ve halk düşmanı, doğa düşmanı, insanlık düşmanı cephede yer alıyorlar. Tabii bu arada vatan-millet, milliyetçilik, ‘yerli-milli, büyüme, kalkınma, nurlu gelecek nutukları’ da atılmaya devam ediyor… Sabahtan akşama milli marş okusa, ‘bir karış toprağımızı vermeyiz’ nutukları atsa neye yarar… Bir kere toprağın altı-üstü çoktan “yerli-yabancı” sermaye tarafından gasp edildikten sonra…