Son süreçte çok sık dile getirilen bazı sorular var. “Önderlik neden bütün umutlarını Türkiye’ye bağlıyor? Neden sürekli ortak kader, ortak gelecek vurgusu yapıyor? Kürt tek başına özne olamaz mı?” Bu sorular bireysel kaygılar olarak ifade edilse de Kürt siyasetinde, özellikle de farklı parçalardaki deneyimlerin güçlenmesiyle birlikte daha sık tartışılır hal aldı. Kimileri, Türkiye’ye bu kadar ağırlık verilmesini bir paradoks, hatta bir tür “bağımlılık” olarak görüyor.
Peki gerçekten öyle mi?
Kürt meselesi, şüphesiz hiçbir zaman sadece Kürtlerle Türkler arasında yaşanan bir çelişki olmadı. 20. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla başlayan süreç, Kürtleri uluslararası siyasetin pazarlık unsuru haline de getirdi. 1920 Sevr Antlaşması, Kürtlere kendi kaderini tayin hakkı vaat ederken, üç yıl sonra Lozan Antlaşması bu hakkı ortadan kaldırdı. Fakat Lozan, Kürtlerin statüsüz bırakılması kadar Kürt meselesinin bir “uluslararası sorun” haline getirilmesi anlamına da geliyor. İngiltere ve Fransa gibi dönemin emperyal güçleri, Kürtleri kendi sömürge çıkarlarının aracı olarak kullandılar ve statü talebini sürekli bir pazarlık unsuru olarak gündemde tuttular. Böylece Kürt sorunu, Ortadoğu’daki güç dengelerinin sürekli yeniden ürettiği bir çatışma etkeni haline geldi.
TC’nin kuruluş paradigması da bu uluslararası düğümle birleşti. Yeni devlet, ulus-devlet inşasını Kürt kimliğini yok sayarak yürüttü. Kürt varlığı ve dili yasaklandı. Türkiye bu yönüyle bütün bölgenin demokratikleşmesinin önündeki temel engellerden biri haline geldi. Bugün halen Türkiye’nin siyasi ve askeri gücü, Kürt sorununu çözmek yerine bastırmaya odaklanıyor. Bu gerçeklik, sorunun en yoğun düğümünün Türkiye’de olmasının nesnel zeminidir.
Önder Öcalan’ın Türkiye’ye yüklenmesi tam da bu nedenle tarihsel-toplumsal bir zorunluluktur. Lozan’la uluslararası güçlerin sisteme yerleştirdiği düğüm, Türkiye üzerinden sürekli yeniden üretildi. İngiltere, Fransa, daha sonra ABD ve NATO, hepsi bu düğümü bir denge unsuru olarak kullandı. Kürtlerin statüsüzlüğü, emperyalist siyasetin elinde hem Türkiye’ye baskı aracı hem de bölgesel çatışmaların sürekli yakıtı haline getirildi. Bu nedenle çözüm de ancak bu düğümün merkezinde, yani Türkiye’de üretilebilir.
“Ortak kader” ve “ortak vatan” vurgusu tabii ki Kürtlerin özne olamayacağı anlamına gelmez. Tam tersine, Kürtlerin tarih boyunca Türklerle birlikte yaşadığı gerçeğini, yüzyıllara dayanan toplumsal iç içeliği dikkate alan stratejik bir sosyolojik yaklaşımdır. Çatışmanın en derin olduğu yerde barışın da en güçlü imkanı vardır. Önder Öcalan’ın demokratik ulus perspektifi, ulus-devletin “ya Türk ya Kürt” ikilemine sıkışmadan, her iki halkın da kendi kimliğiyle eşit ve özgür yaşamasını öngörür. Bu yaklaşım, Türkiye merkezli gibi görünse de aslında Kürtleri çözümün kurucu öznesi haline getirir.
Kürt halkının Rojava’daki özyönetim, Güney Kürdistan’daki statü, kadın özgürlük mücadelesi, ekolojik ve komünal örgütlenmeler gibi farklı parçalarında yürüttüğü öz inşa pratikleri Kürtlerin tek başına da özneleşebildiğini gösterdi/gösteriyor. Ancak bu özneleşmenin kalıcı ve bölgesel bir etki yaratabilmesi, Türkiye’deki düğümün çözülmesine bağlıdır. Çünkü Lozan’dan bugüne uzanan uluslararası sistem, Kürtlerin kazanımlarını sürekli sınırlayan bir işlev gördü. Bugün Rojava’daki özyönetim bile, Türkiye’nin saldırıları ve uluslararası güçlerin pazarlıkları nedeniyle kırılgan hale gelmektedir. Bu nedenle yaşananı bir “paradoks”tan ziyade tarihsel sistemin dayattığı bir zorunluluk olarak okumak önem kazanmaktadır.
Kürtlerin “dilenci” gibi görünmesi eleştirisine de bu çerçevede bakmak gerekir. Beklentiden ziyade söz konusu olan, bir hegemonya-dışı çözüm stratejisidir. Kürtler devlet kurma seçeneğini bir kenara bırakıp, toplumsal dönüşüm ve demokratik barışa dayalı bir yol geliştirdiler. Bunu Türk devletine bağımlılık olarak okumak yanıltıcıdır. Ben bunu Türk toplumunu dönüştürme ve yeni bir toplumsal sözleşme dayatma stratejisi olarak okuyorum. Kürtler burada edilgen değil, tersine kendi modeliyle belirleyici konumdadır.
Tarih bize şunu gösteriyor: 1993’teki ateşkes çağrısı, 1999 sonrası paradigma değişimi, 2013 Newroz deklarasyonu, hepsi Türkiye merkezliydi. Çünkü sorun da çözüm de oradaydı. Rojava deneyimi ise Türkiye’nin çözüm üretmemesi nedeniyle Kürtlerin öz inşaya yöneldiğini gösterdi. Ama bu deneyim bile Önder Öcalan’ın demokratik ulus perspektifinden bağımsız değildir; tersine onun somutlaşmış bir halkasıdır.
Sonuçta, Önder Öcalan’ın stratejisi tarihsel ve toplumsal zorunluluğun ifadesidir. Lozan’la birlikte uluslararası sistemin merkezine yerleştirilen düğüm, Kürtlerin kaderini Türkiye’ye bağladı. Bugün çözümün de kilidi oradadır. Kürtler bu kilidi çözmeye yönelerek özgürlüğü kadar tüm bölgenin demokratikleşmesini de sağlayabilir. Paradoks gibi görünen şey, aslında Kürtlerin en stratejik noktada tarihsel özneleşmesinin ifadesidir.