Bu topraklarda hapishanelerin gerek halk kesimleri gerekse egemen güçler açısından her zaman özel bir yeri vardır. Sınıf mücadelesinin düzeyi, sınıflar arasındaki güç dengeleri hapishane modelleri ve infaz rejimlerinde ifade kazanır. Aslında bu sadece buraya özgü değildir, ama burası söz konusu gerçeğin en çarpıcı biçimlerle ifade kazandığı bir coğrafyadır.
Mücadelenin yükselişe geçtiği her tarihsel momentte hapishanelerdeki çarpışmalar da eşgüdümlü olarak keskinleşir. İçerideki direniş dışarıdan sarmalanıp sahiplenildiği oranda kazanımlar yazılı olmayan -bazen yazılı hale getirilen- infaz uygulamalarına, hapishane modellerine tercüme edilir. Diğer yandan onursuz-iradesiz kılmaya yönelik dayatmalara karşı gerçekleşen direnişler dışarının esin kaynağına dönüşmüştür. Bir direnişin dışarıda tarih yazmanın ilk işaret fişeği haline geldiğini en iyi Diyarbakır 5 Nolu’dan biliriz. Metris’in bir kuşağa nasıl esin kaynağı olduğundan da biliriz…
Kimi zaman ise hapishane gerçekliği mücadelenin zayıflaması oranında kitlelerin gündeminden çıkmıştır. Kısacası içerisiyle dışarısı arasında hep diyalektik bir ilişki vardır ve bu hükmünü şimdi de yürütüyor.
Bugün hapishaneler politik anlamda sadece örgütlü-devrimci kesimlerin kapatılarak cezalandırıldıkları alanlar olmaktan çıkmış durumda (Örgütlü politik kesimler açısından onun anlamı baki elbette). Ama artık örgütsüz, sisteme az çok muhalif ya da giyimi, müziği, yaşam tarzıyla onun sınırlarına riayet etmeyen tüm toplumsal kesimlerin uğrak yeri haline gelmiş durumdalar. Fakat yine de anladığımız tarzda gündem olamıyorlar. Düşünün ki devletin kurucu partisi CHP’nin yöneticileri, belediye başkanları, üyeleri açısından da kitlesel bir cezalandırma mekânına dönüştükleri halde daha geniş bir toplumsal politizasyonla buluşamıyorlar.
Bu böyleyken örgütlü devrimciliğin öğütülmesi için kurulan F Tipleri ve uygulanan infaz rejimi dahi yetmiyor iktidara. Nasıl bir gelecek korkusu ki F Tipleriyle hayata geçiren tecridin orasından burasından delinir olmasına bile tahammül edilemiyor. F Tipleri, katı bir tecrit felsefesiyle kurgulanmış bir infaz rejimiyle yönetiliyor. Ama bu uygulamalara rağmen mimarisi tutsakların en azından sesle ya da yaratıcılıklarıyla geliştirdikleri araçlar üzerinden birbirleriyle iletişim kurmalarına imkân sağlıyordu. Tam teşekküllü bir elektronik sistemle donatılmadıkları için gardiyanlarla yüz yüze gelebiliyorlardı. Dahası direnişlerle kazanılmış haklar infaz rejimindeki katı tecrit felsefesini önemli oranda geriletmişti. Fakat tüm bunlara rağmen tecridin simgeleşmiş halleriydi.
Gelin görün ki bu halleriyle bile kapatarak, özgürlüğünü gasp ederek, iradesini kırma hedefiyle geliştirilen tecrit anlayışına kâfi gelmediler. Gelmedikleri için de S, Y ve Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu diye adlandırılan, tutsakların ise “kuyu tipleri” dedikleri başka modeller geliştirildi. Bunlar 2021 yılından beri uygulamaya açılmış hapishaneler ve sayıları şimdilik 42, muhtemelen artacak.
Bu hapishane modelinde havalandırma yok, günde bir ya da bir buçuk saatliğine başka bir yerde havalandırma olarak tasarlanmış beton mekâna götürülüyorsunuz. Çamaşırlarınızı bile içerde kurutmak zorundasınız. Üstelik pencerelere konulan delikli kalın saclar yüzünden içeriye hava da girmiyor. O daracık alanda gökyüzünü görmeden, rüzgârı, yağmuru, güneşi hissetmeden bir başınıza ya da üç kişiyle yaşamınızı sürdürmek zorundasınız. Geliştirilen elektronik sistemle gardiyan sesine bile “hasretsiniz”. Süreklileşmiş bir hücre hapsine mahkûm edilmiş oluyorsunuz. Doğadan, insandan her şeyden yalıtılmış halde “ıslah edilmeniz” bekleniyor! Ulaşımı zor alanlara kurulduğu için görüşler seyrek; mektup, kitap gibi bir tutsak açısından olmazsa olmaz beslenme kanallarınız da uygulanan infaz rejimiyle alabildiğine budanmış oluyor.
Özünde İmralı’daki katı tecridin bir model olarak tüm hapishanelere taşınmasıdır muratları. Bu tecrit biçiminin esasında tahkim edilmeye çalışılan rejim/devlet tipinin tüm bir toplum için tasarladığı hücre tipi yaşamdan bağımsız olmadığını söylemeye gerek yok. Bunu en iyi F Tiplerine geçiş ve sonrasında yaşayıp deneyimledik.
Ve bu hapishaneler sessiz sedasız yapılıp açılıverdi. Ta ki devrimci tutsaklar oralara götürülüp bu katı tecride karşı açlık grevine başlayana kadar. Talepleri “Kuyu tipinden başka bir cezaevine sevk” olmasına rağmen politikadaki stratejik anlam gereği yüzlerce gün aç kaldıktan sonra bazılarının bu talebi mecburen kabul edildi.
Açlık grevi direnişiyle Antalya Yüksek Güvenlikli Hapishane’den Bolu F Tipi’ne sevk edilen Serkan Onur Yılmaz ise arkadaşlarının da Kuyu Tipi olmayan başka bir hapishaneye sevk edilmesi talebiyle direnişini ölüm orucuna dönüştürdü. 323 gündür direnişte olan Yılmaz son olarak zorla müdahale için hastaneye kaldırıldı. Zorla müdahalenin yarattığı sonuçları yakın tarihimizden biliyoruz.
Bu direnişlerin hapishanelerin böylesine kritik bir nitelik taşıdığı, hemen herkesin tepesinde bir tehdit olarak sallandırıldığı şu tarihsel koşullarda-siyasal iklimde daha geniş toplumsal kesimlerin sahiplenmesiyle buluşmasının zorunluluğu ortada. Hemen tüm kesimlerin “Kuyu tipleri kapatılsın, tecrit son bulsun!” diyecekleri bir mücadeleyle… Bu olmadığında bir gün herkesin o koyu tecritle karşı karşıya kalabileceğini hatırlatmaya gerek yok sanırım.
CHP’lilerin bile konulduğu, işçilerin, aydınların, sanatçıların, tanınmış gazetecilerin doğal mekânı haline gelen hapishaneler sorunu güçlü bir toplumsal sahiplenmeyle mücadelenin önemi bir bileşeni ve kaldıracı haline getirilmeyi bekliyor. Bir avuç insanın direnişi ve onların sesi olmaya çalışan sınırlı bir kesimin tepkilerinin toplumsal bir nitelik kazanmasını… Kaldı ki mesele sadece kuyu tipleri meselesi de değildir. Tüm cezaevlerinde her geçen gün daha da artan saldırganlık, hak gaspları, katılaştırılan tecrit uygulamaları söz konusu. Bu açıdan da hapishaneler sorunu aynı zamanda “Zindanlar boşalsın, tutsaklara özgürlük!” demekle iç içe örülecek bir demokrasi sorunudur. Bu halkayı yakalamak herkes için bir ihtiyaçtır aynı zamanda.