Ahmet Güneş
Cömert bir öfke ile başlamak gerekiyor. Övgülerin, sövgülerin dize getiremediği kapkara ama kızıla çalan hatırası adına ve onunla. Tarih öncesinden gelen hevesleri, talan ve yalan ile yazılan sayfaları yırtıp rüzgârın insafına bırakmalı. Yeniden her şeyi yıkmalı. Yosunlar ve otlar bitsin hapishane misali evlerde, yalnız kalınan caddelerde.
Nadiren anımsanan yüzler, boşluklar yaratan kalabalıklar, hepsi bir. Aksayan rutin, kışkırtan ezber, aynı kapıda benzeş bir kol. Bir harp bir harf kadar uzakta. Herkes bir numaradan geçti, herkesin geçmişinde unutulmaz bir rakam. O yüzden cepte ve gelecekte sadece sayılıyor insan. Yaşamak numaralanmak, gizli bir damgalanmak.
Yavaş yavaş ritmini ve ahengini kaybediyor umut. Solan ve susturan çarelerin yenilgisi kuşatınca etrafı, her yerden sürgün edilmiş hissi ile yakalanıyoruz. Birden çoğula ince bir efkar, lal bir sitem. İhbar edilen bir rüya, ifşa edilen bir sevinç ile yapayalnız kaldık. Taş atılan kuyuda ıslanan insan, bir başkasına hep daha derin.
Aidiyetini unutmuş bir zaferin peşinde, ona ülke, onu tarih, onu gelecek eyleyerek, nereye? Kıskanç bir soru gibi duran bu çelişkiye buhran bulduk. Sonra da onu avutup kaybettik. Bir zamanlar çöle sürdük, bir zamanlar şehirlere yerleştirdik. Dağ gibiydi, uçurumuna ayna gibi bakan kocaman ve sisli bir dağ. Patikalarında, eğrisinde ve düzünde, mağarasında, en küçük çukurunda bir bedel, bir efsane, unutulmayacak bir tembih bıraktık: Hep hatırla, asla yanılma.
Belli ki hayırhah bir vebaya bel bağladık. Yoksa neden bağlansın basiret, dursun yürümek? Ağlayan gözler, derdest edilmiş yarınlar her gece görülen kâbuslar oluverdi. Aslında betonu delen çiçek, tekrardaki inat, vazgeçmeyen hesaplaşma bir bayrağın rengi olabilirdi. Her birine birer renk bulabilseydik isim vermek yerine, ikamet aramak yerine. Yine yanlış başladığımız yere bir nişan işte.
Gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin söylediği ayyuka çıkmadı. Yıllardan beri süregelen tecrübe ile bas bas söylendi, gösterildi ve duyuruldu. Hiçbir bahane aramaksızın, hesap vermek düşünülmeksizin budandı ve barbarca talan edildi yaşam. İhtiyatı tedbir sayan bir akıl, sakınmayı bulaştıran bir ısrar getirip bıraktı yarattığı cehennemin içine. Yine de oyunbozan ve ezber bozan insanlar yıldı buradan ve seslendi: Bu yangın sönebilir, bu cennet bu ateşe layık değil!
Bu kalabalığın adı hüsran, bu cenderenin adı yanılsama, bazı sorulara layık değil bu cevaplar. Hıçkıran bir umutsuzluk, bedbaht bir direnç yol değil ancak bir bent. Belaya da bedduaya da gerek kalmadı. Kapkara bir yara gibi çöktü güneşin üstüne. Bir tehdit, birçok rehin, yüzlerce ölüm hatta ölüyü yerinden etme bir telaşa sürdü isyanları. Oysa isyan varken, hangi yara çürütebilir bin yılların hasretini, nasıl yerine geçebilme cüretini gösterebilir ki. Yok yok, öyle ki uyanınca görülecek güneş.
Birbirini teğet geçen karşılaşmaların içinde, büyük bir gürültünün tam ortasındayız. Hayret etmek artık bir lüks. Herkesin vazgeçtiği bir kararı, yenilediği bir başka umudu var. Istırap yorgun düşer, ağrı kendinden sıkılır bir gün diye diye ıslandığımız bu yağmur, üşüdüğümüz bu kar, titrediğimiz bu fırtına diner elbet. Cömert bir öfke paklayacak eziyeti, haysiyete itaat edecek ve yenilgisi tarihi yeniden yazacak.
Kahkahalarla başlayacak bir şölen, anımsamalarla geçecek uzun bir söylev, gasp edilmiş yarınların kurtarılma hikayeleri, düşenlerin şiirleri… Hepsine sıra gelecek. Çünkü denilmiştir; Dünya zorla değil, sırayla.
* Haftanın kitap önerisi: Kamil Erdem, Şu Yağmur Bir Yağsa / Sel Yayıncılık