Aleviliği, kirli politikaların sahası haline getirmek isteyen; geçmişin katliamcı zihniyetini örtmeye çalışan bu ırkçı-faşist politikalara sahip çevreler şunu iyi bilmelidir ki: Alevilik, milliyetçilere bırakılmayacak kadar naif, insancıl, eşitlikçi ve demokratik bir inanç ve yoldur
Ergin Doğru
Son dönemlerde iktidarın “Alevi İşleri Başkanlığı” kurması ve Alevilere yönelik kayyum atamaları sonrasında, milliyetçi cenahta özellikle Devlet Bahçeli üzerinden belirli hamlelerin bilinçli şekilde yapılmaya başlandığı gözlemleniyor. Son olarak Bahçeli’nin Nevşehir’de Türkiye’nin en büyük” cemevi külliyesi” yapımı için gerçekleşti. Peş peşe gelen bu çıkışlar karşısında, milliyetçi çevrelerin Alevilere yönelik bu yeni söylemi, yaklaşımları tesadüf müdür diye düşünülürse, cevabın “hayır” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Peki, muhafazakâr milliyetçilerin Alevi söylemi samimi midir? Bu sorunun cevabını tarihten okuyabiliriz. Kısaca söylemek gerekirse, milliyetçilerin Alevilere yaklaşımı samimiyetsiz ve taktiksel olmuştur. Tarihe bakmak bu konuda yeterlidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan İttihat ve Terakki, ulus-devlet inşası sürecinde siyasal çatışmalarla birlikte sosyal-toplumsal çatışmaları da kullanmıştır. Bu süreçte kurdukları komisyonlar, Osmanlı sınırları içindeki etnik kimlikleri ve toplumsal enerjileri inceleyerek politikalar geliştirmiştir. 1900’lü yılların başında görevlendirilen bazı isimler, “Hakikatçiler”, “Kızılbaşlar”, “Elâk” gibi adlarla anılan ve Osmanlı tarafından İslam dışı, sapkın olarak görülen Aleviliği dinlemiş ve kayıt altına almıştır.
İttihatçılar, ulus yaratma politikaları kapsamında Alevileri “Türk” olarak tanımlamış, Aleviliği de Türklüğün inancı olarak sunmuştur. Bu tezlerini güçlendirmek adına Aleviliği Ahmet Yesevi’ye ve Orta Asya Türklüğüne bağlamışlardır.
Bu yaklaşım Cumhuriyet’in kuruluşunda da devam etmiştir. Her ne kadar Bektaşilik üzerinden Alevilik yeni rejimin temel güçlerinden biri olarak lanse edilse de, pratikte Cumhuriyet yönetimi de selefleri gibi Sünni-İslam ve Türklük çizgisini benimsemiştir. Bu tercihin sonuçlarını özellikle Kürt Aleviler Dersim’de ağır şekilde yaşamıştır.
Cumhuriyet yönetimi yalnızca kayyum atamalarıyla değil, inanç politikalarıyla da Alevileri dışlamıştır. Alevi dergâhları kapatılmış, cem yapmak hakaret ve suç sayılmıştır.
1940’lardan itibaren toplumda oluşturulan Alevi karşıtı söylemler, devlet tarafından örtülü biçimde sürdürülmüş; inkâr ve asimilasyon politikaları geliştirilmiştir. Demokrat Parti döneminde ise milliyetçi ve muhafazakâr çevreler, Alevi düşmanlığını Sünni çoğunluğu kontrol altında tutmak adına kesintisiz şekilde sürdürmüştür. Bu dönemde, Alevi inancına ait ibadetler yasaklanmış, pirler ve dedeler ise tehlikeli ilan edilmiştir.
1960’larda yükselen sol dalga büyük ölçüde Aleviler tarafından desteklenmiştir. Alevilerin sola yönelmesi, milliyetçi-muhafazakâr kesimlerde Alevi karşıtlığını daha da artırmıştır. Bu kesimler Alevileri sapkın, dinsiz, ahlaksız gibi sıfatlarla hedef almış, bu söylemleri antikomünist ajitasyonun bir parçası hâline getirmiştir.
1970’lerde ülkücü faşist çevrelerin propaganda materyallerinde bu nefret dili açıkça görülür. Milliyetçi yazar Emine Işınsu’nun çok okunan romanı Sancı’da düşman figürü solcu gençler olarak çizilirken, bunların ya Kürt ya da kasabalı Alevi olduğu vurgulanır. Aynı şekilde Hazret dergisinin 1978 Ekim sayısında yayımlanan bir makalede, “Antep, Sivas, Elazığ, İstanbul, Ankara’daki kurtarılmış bölgelerin Alevi mahallelerinde olması tesadüf değildir” ifadesiyle Aleviler açıkça hedef gösterilmiştir.
Bu tür propagandaların sonucu olarak, Aleviler 1970’lerde ülkücü komandolar ve sivil faşistlerin hedefi hâline gelmiş, Hatay, İskenderun, İslahiye gibi yerlerde başlayan kıyım girişimleri, Maraş ve Çorum’daki katliamlara dönüşmüştür.
Milliyetçi-faşist kesimlerin bu katliamları “inanç düşmanlığı” olarak göstermesi, özünde devletçi ve ırkçı bir yaklaşımın yansımasıdır. Kendilerini devletin sahibi gören bu kesimler, devlet üzerindeki egemenliklerini korumak için Alevileri tehdit olarak görmüştür. Özellikle kırsaldan kente göç eden, eğitimli ve ekonomik olarak güçlenen Alevi orta sınıfı, bu çevreleri rahatsız etmiştir. Alevilerin ekonomik ve entelektüel birikimi, milliyetçi-muhafazakâr çevrelerce “dinsiz sapık Aleviler” söylemiyle hedef alınmıştır.
Tanıl Bora, bu konuda şöyle der: “Alevileri komünistleştiren, yozlaşmanın son aşamasını burada gören ülkücüler, 70’lerde Alevi mahallelerine yönelik sistemli saldırılarla Alevi-sosyalist örtüşmesini pekiştirmiştir.”
Merkezi milliyetçi kadrolar tabandaki bu düşmanlaştırıcı politikaları açıkça savunmasa da, Aleviliğin Türklüğünü öne çıkaran propaganda yapmaktan da geri durmamıştır. 12 Eylül darbesi sonrası geliştirilen “Türk-İslam sentezi” çizgisinde Aleviler potansiyel tehdit olarak görülmüş, Namık Kemal Zeybek gibi isimler Aleviliği Türklüğün inancı olarak tanımlamaya başlamıştır.
Özellikle Avrupa’daki ülkücü yapılar, Alevi dernekleri ve şahsiyetleri üzerinden Alevilere ulaşmaya çalışmıştır. Bahçeli ve Türkeş, 1980 sonrası dönemde Alevilere yönelik “ılımlı” mesajlar verse de, bu mesajların özü yine Aleviliği Türklükle özdeşleştirmeye dayalıdır. Bu politikalar, İç Anadolu ve Karadeniz’deki bazı Türk Alevilerle kısmi ilişkiler kurulmasını sağlasa da, Alevi toplumunun geneli üzerinde etkili olamamıştır. Çünkü Aleviler, yaşadıkları katliamları ve dışlanmışlıkları unutmuş değildir.
Ancak milliyetçi-muhafazakârların bu Alevi açılımına, Aleviler içerisindeki bazı şahsiyet ve örgütlenmelerin de zemin sunduğunu belirtmek gerekir. Bu şahsiyetler, katliamcı, ırkçı milliyetçi politikaların meşrulaşmasına katkı sağlamıştır.
Bu noktada Doğan ailesi dikkat çekicidir. Baba Hüseyin Doğan, Adalet Partisi milletvekilliği yapmıştır. 1960 ihtilali sonrası partide yaşanan ayrışmada oğlu önemli bir rol oynamıştır. 1980 darbesi sonrası kurulan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin kurucularından biri de Hüseyin Doğan’ın diğer oğlu İzzettin Doğan’dır. Bahçeli’nin Alevilere destek açıklamalarına İzzettin Doğan’ın olumlu yanıt vermesi, bu çizgiyle olan bağlarının sürdüğünü göstermektedir.
Doğan ailesinin 1964 yılında çıkardığı Cem dergisinin ilk sayısında “özbeöz Türk evlatlarıyız” ifadesiyle “en Türk” olma iddiasını ortaya koyması da bu yönelimi açıkça ortaya koyar.
Alevi örgütlenmeleri ile milliyetçiler arasındaki bireysel ve çevresel etkileşimler kesintisiz sürmüştür. Faşist akademisyenlerin Alevilik üzerine yazdığı kitaplar, adeta İttihatçı Said Bey’in çalışmalarının devamı niteliğindedir. Aynı şekilde gazeteci Aslan Bulut’un Alevilik üzerine yazıları da bu yaklaşımı beslemektedir. Milliyetçiliğin Alevilik İçindeki Truva Atları
Son dönemlerde “Alevilik” iddiası ve adıyla kurulan bazı dernekler ve cemevlerinin, iktidara yol veren ve milliyetçiliği öne çıkaran söylem ve semboller kullanmaları kesinlikle tesadüf değildir. Bu durum, milliyetçi-muhafazakâr çevrelerin Alevilik içindeki etki çabalarının hâlâ sürdüğünü göstermektedir. Cumhuriyet’in egemen çizgisini takip eden bu kesimler, inkâr ve imha ile başaramadıklarını şimdi kaleyi içten fethetme taktiğiyle gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.
Bu anlayış, Aleviliği özünden uzaklaştırarak, onu egemen inanca benzetmeye; Aleviliğin içini boşaltıp Türk milliyetçiliğini ön plana çıkarmaya yöneliktir. Amaç, Aleviliği içten bitirmek ve sistemin taleplerine uygun hale getirmektir.
Bu politikalar karşısında Alevi inancının geleceği, toplumsal ihtiyaçları yerine; kişisel çıkarlarını öne çıkaran ve geri politikaların önünü açan bazı kişi ve yapıların tutumu, Aleviliğe verilen en büyük zararlardan biridir.
Aleviliğin ırkçı, milliyetçi, muhafazakâr anlayışlarla yan yana getirilmesi, hatta bu anlayışların savunulması, açıkça Aleviliğin inkârıdır. Yolun gereği, “72 millete bir nazarla bakmaktır.” Zalimle bir olmayan, eşitsizliği kabul etmeyen bir inanç olan Alevilik adına; en geri, ırkçı ve faşist söylemlerin gölgesine sığınmak, sadece inancın özünü inkâr değil, aynı zamanda Aleviliğe ihanettir.
Bu düşkünler; insanın insana üstünlüğünü savunan, canlıya kıymayı, zorla tahakküm kurmayı, rengini ve dilini inkâr etmeyi nasıl Alevilikle bağdaştırıyorlar? Alevi maskesiyle milliyetçi sloganlar atan bu zavallılar, Koçgiri, Dersim, Maraş, Çorum, Madımak gibi Alevi katliamlarını gerçekleştiren zihniyetle nasıl yan yana durabilir?
Toplumda yaygın bir söz vardır: “Bir kere düşenin nerede duracağı belli olmaz.” Bu düşkünler de bir kez yoldan çıktıktan sonra sınır tanımamaktadır.
Irkçı milliyetçilerin Alevi oyunu karşısında her zaman dikkatli olunmalıdır; ancak asıl tehlike, Alevilerin içindeki Truva atlarıdır. Alevi inancına, felsefesine ve yaşam biçimine sahip çıkanlar; çekinmeden, üstünü örtmeden, hesaba girmeden, Aleviliği milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin kirli politikalarıyla lekelemeye çalışan bu yol düşkünlüğüne dur demelidir.
Yolun hizmetinde olan her can şunu iyi bilmelidir: Alevi düşmanı ırkçı milliyetçiliğe karşı durmanın yegâne yolu, hakikat sahibi canların hızla örgütlenmesi ve inançlarına sahip çıkmasıdır. Aleviliği, kirli politikaların sahası haline getirmek isteyen; geçmişin katliamcı zihniyetini örtmeye çalışan bu ırkçı-faşist politikalara sahip çevreler şunu iyi bilmelidir ki:
Alevilik, milliyetçilere bırakılmayacak kadar naif, insancıl, eşitlikçi ve demokratik bir inanç ve yoldur.