Baharla birlikte doğa canlanırken mücadele ateşi de yükseliyor. Önce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, ardından Newroz ve nihayet işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ta barış, özgürlük ve demokrasi çığlığını yükseltmek için alanlarda olunacak.
Bu yıl baharın yükselttiği mücadele ateşi, 27 Şubat’ta duyurulan Öcalan’ın “barışa çağrı”sı ile erken harlandı. Gerçi kimileri bu çağrıyı Kürtlerin mücadelesinin sonlandırılması, kimileri ise AKP otokrasisinin ömrünü uzatarak “Türkiye’de demokrasinin önünü tıkayacak bir hamle” olarak gördü ve eleştirdi. Sürecin önemli riskler barındırdığını yadsımak mümkün değil elbette; geçmiş deneyimlerden de yola çıkarak bu tür süreçlerde ateşin üzerine benzin dökülüp ortalığın bir anda yangın yerine çevrilebilme ihtimalinin olduğu görmezden gelinemez. Ama zaten 27 Şubat çağrısıyla bir anda Türkiye ve Ortadoğu’ya barışın, demokrasinin geleceğini iddia edenler olduğunu da sanmıyorum.
“Barışa çağrı” ile sona ermesi için umutlandığımız savaş, 40 yılı aşkın süredir devam ediyor. Savaş gerekçesiyle hukuk, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ortadan kalkarken savaşın gerçek nedeni sorgulanamadı, barışçı çözüm üzerine aklıselim bir tartışmanın yürütülmesine olanak tanınmadı. Sorgulamak isteyenler ise susturuldu, cezalandırıldı. Örneğin 2015’te Şırnak’ta çıkan çatışmada kardeşini kaybeden bir yarbayın, kardeşinin cenazesinde çözüm sürecinin sona erdirilmesine ilişkin hükümeti eleştirdiği için ordudan ihraç edildiği ve benzeri olayların artması üzerine asker cenazelerinin basına yasaklandığı hatırlardadır sanırım.
Her savaşta olduğu gibi en ağır bedeli ödeyen, “yaşamını kaybeden gençler ve onların anaları” oldu. Köyü boşaltılan, yerinden yurdundan toprağından edilerek göç etmek zorunda kalan milyonlarca Kürdün altüst olan yaşamları da yabana atılır bedeller değil. 40 yılı aşan süredir devam eden savaşın doğrudan yarattığı insani, ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçlar alt alta sıralanmaya kalksa sayısız sayfayı doldurulur.
Savaşın yol açtıkları, sadece doğrudan çatışmaların içinde bulunanları etkilemekle kalmıyor; tüm halkların yaşamı, geleceği de etkileniyor. Her şeyden önce savaş, bir arada yaşayan halklar arasında yaratılan düşmanlığın hem nedeni hem de sonucu oluyor. Türkiye’de de savaş nedeniyle kışkırtılan milliyetçilik düşmanlığı arttırdı, savaşın acıları yaşandıkça (savaşın nedeni sorgulanamadığı için) düşmanlık gittikçe derinleşti, düşmanlığın derinleşmesiyse savaşın sürdürülmesi ve meşru hale getirilmesi kolaylaştı.
Savaşın sorgulan(a)mıyor olması, toplumsal muhalefetin sesinin kesilmesi için gerekçe yapıldı ve böylece 12 Eylül darbe rejiminin 45 yıldır kesintisiz süregelmesi sağlandı! Bu bağlamda kimi zaman resmi kimi zaman gayriresmi olarak, kimi zaman ülkenin bütününde ama her daim Kürt illerinde olağanüstü bir durum yaratıldı. Adı çoğu zaman olağanüstü hal (OHAL) olarak konulmasa da yıllardır bitmek bilmeyen bu durum vesile yapılarak en başta siyasal ve kültürel hakları için mücadele veren Kürtlerin ama onun yanı sıra emeğinin hakkını alabilmek için mücadele eden emekçilerin, başta kadınlar olmak üzere uğradıkları ayrımcılığa karşı mücadele edenlerin, Alevilerin, yaşam biçimlerine müdahale edilenlerin, doğa talanına karşı çıkanların, eğitim hakkını, sağlık hakkını savunanların velhasılı varlığı inkar edilen, ezilen, sömürülen, ötekileştirilen herkesin her kesimin sesi kesildi.
Sesleri kesilenler bu kadar geniş olunca gerçeklerin öğrenilmesi ve mücadele alanlarının genişlemesi, muktedirler için de o ölçüde riskli hale geldi. İşte bu nedenle gerçekleri halka duyuran gazeteciler; iktidarın politikalarına karşı çıkan, eleştiren akademisyenler, sanatçılar; emekçilerin haklarını savunan sendikacılar, sendikalılar ve elbette muhalif siyasetçiler terörist olarak tanımlanan örgütlerle irtibatlı, iltisaklı oldukları iddia edilerek evlerine yapılan baskınlarla gözaltına alındı, yargılandı, tutuklandı, işlerinden edildi. Aynı gerekçeyle gazeteler, dergiler, televizyonlar, radyolar kapatıldı; siyasi iktidarın, doğrudan veya yargı aracılığıyla verdiği 12 Eylül darbe anayasasına bile sığmayan hukuk dışı kararlar, anayasa ihlalleri yine terör bahanesiyle meşrulaştırıldı.
Bu anımsatmanın ardından “barış çağrısı”nın Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü tıkayacağını iddia edenlere şu soruyu sormak gerekiyor: 1984’ten bu yana fiilen süren savaşın tarafı olan PKK’ye silah bırakma çağrısının yapılması ve örgütün de buna olumlu yanıt vermesinin Türkiye’nin demokratikleşmesine katkısı mı olur zararı mı?
Türkiye’de otokrasiyi sadece AKP’ye bağlayan, onu iktidara getiren ve 22 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan koşulları dikkate almayanlar için sanırım yanıt, “Kürtler barışın karşılığında AKP ile ittifak yaparak anayasayı değiştirecek ve AKP otokrasisi ilelebet sürecek…” mealinde olacaktır. Şunu anımsatmak isterim: AKP, ülkeyi otokratik rejime götüren sürecin nedeni değil sonucudur! Dolayısıyla sadece AKP’nin iktidardan gitmesiyle Türkiye, otokrasiden kurtulup demokratik bir ülke haline gelmez.
Türkiye’nin otoriterleşme süreci 12 Eylül darbesiyle başlamıştır. Darbe, işçi hareketi ve toplumsal muhalefetin baskı altına alınarak, 24 Ocak 1980’de ilan edilen neoliberal politikalara uygulama alanı açmak için ulusal ve uluslararası sermayenin teşvikiyle gerçekleşmiştir. Darbenin yarattığı koşullardan beslenen sermaye ve neoliberalizmi dayatan uluslararası kurumların yanı sıra; dini cemaat ve tarikatlar, siyasal İslamcılar, askeri ve sivil bürokrasinin bir kısmı da Kürt sorununun çatışmacı bir zemine taşınması ve savaşın bugüne kadar sürmesine katkıda bulunmuş ve bu süreçten nemalanmıştır.
45 yıldır darbe ve savaş dinamiği ile sarmalanmış olan Türkiye ekonomik, sosyal ve siyasal olarak çürümektedir. Bu sarmalı aşmanın ve çürümeye son vermenin yolu sömürülen, ezilen, varlığı inkar edilen, ötekileştirilen halkların özgürlük ve demokrasi için her alanda yürüteceği mücadelelerin yükselmesidir. “Barışa çağrı” toplumsal mücadelelerin önünü tıkayan savaşın sona ermesine umut olduğu için önemlidir. Demokratik ve özgür bir Türkiye’ye ulaşıp ulaşılamayacağını belirleyecek olan ise 8 Mart’ta, Newroz’da, 1 Mayıs’ta ve sonrasında alanlarda, sokaklarda, işyerlerinde ve her yerde ortaya konacak mücadeleler olacaktır!