Öcalan’ın ekolojiye dair yaklaşımı, doğayı insanın üzerinde egemenlik kurulacak bir kaynak olarak değil, toplumsal varoluşun asli bileşeni olarak ele almasını önemsiyorum. Öcalan’a göre doğadan kopuş, yalnızca çevresel tahribatın değil, aynı zamanda insanın kendi toplumsal bütünlüğünü yitirmesinin de başlangıcıdır
Jan Frédéric Cassies
Doğa ile toplumun aynı ritimde nefes aldığı bir yaşamda, özgürlüğün yalnızca bir fikir değil, somut bir deneyim olduğunu yeniden görüyorum. Öcalan’ı okurken de fark ettiğim tam olarak bu: insan, doğanın döngüsüne yabancılaşmadıkça kendine ve topluma daha derinden bağlanıyor.
Kürt halkının Basklı bir dostu olarak bütün gelişmeleri uzaktan izlemeye çalışıyorum. Ancak sizin memlekette özellikle siyasi gelişmeler öyle bir hızlı tempoda akıyor ki sıcağı sıcağına bir şeyler demem zor oluyor. Daha önceden yazdığın iki yazıda kendimden, yaşadıklarımdan, Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile nasıl tanıştığıma ve de Öcalan’ı neden izleyip okuduğuma dair ilk yazımı 24 Haziran’da yazmıştım. (1)Bu ilk yazımda özellikle Öcalan’ın kapitalist moderniteye dair yazdıklarının beni ne kadar heyecanlandırdığını yazmıştım. İkinci yazım da ise günümüz toplumlarının temel sorunlarından birisi olarak gördüğüm patriarka üzerinde Öcalan’ın analizlerinden söz etmiştim. (2) Bu yazımı da ; ‘Bu arada bir çoban olduğumu söylemiş miydim? Bunun hikayesini de bir sonraki yazımda konuşmak üzere…’ cümle ile bitirmiştim.
Bir çoban olmamdan hareketle ikinci yazımdan kısa bir süre sonra sürüm ile Les Pyrénées dağlarının eteklerindeki yaylalarımıza gitmiştim. Kürdistan’da bu geleneğin hâlâ devam ettiğini kısmen de olsa biliyorum. Bizim buradakini biraz anlatmak istiyorum. Her yaz sezonunda hayvanlarımızı yaylalara çıkarmaya Fransızca da ‘transhumance’ diyoruz. Hayvanlarımız ile birlikte yaşadığımız bu periyodik göç Bask Ülkesi’nde mayıs ayının sonundan haziran ayı ortalarına kadar olan zaman dilimi içinde başlar. Sürülerimizin yaklaşık dörtte üçü, yaz ve sonbaharın başını kadar bu yaylalarda kalır. Ekim ayı gibi de geri döneriz.
Ülkemizdeki Transhumances (Transhumansiya) seremonisi, dağ yaşamıyla kıyı ya da ova yaşamı arasındaki mevsimsel döngüyü kutlayan kadim bir gelenektir. Her yıl özellikle Navarre, Soule (Zuberoa) ve Béarn hattında, çobanlarımız ve geniş ailemiz ile sürülerimizi Pyrénées’lerin yüksek yaylalarından sonbaharda vadilere, ilkbaharda ise tekrar dağlara götürme ritüeli hem ekonomik hem de kültürel bir anlam taşımaktadır. Bu geçiş, yalnızca hayvanların hareketi değil; Bask pastorali kimliğinin, doğayla kurulan ritmik ilişkinin ve topluluk dayanışmasının yeniden üretilmesidir bizim için. Seremoni günlerinde biz çobanlar ve dostlarımız geleneksel kıyafetlerini giyer, txalaparta eşliğinde yürüyüşler yaparız. Sürüler köy, kasaba meydanından geçirirken insanlarda bize eşlik ederler. Bu döngü, atalarımızdan doğanın ortak takviminin hâlâ yaşadığına dair kolektif bir hafıza anına dönüşür. Bu yönüyle Transhumances, Bask Ülkesi’nin kültürünün hem ekolojik hem toplumsal hafızasını canlı tutan en önemli törenlerden biridir.
Biz de bütün yazı koyunlarımız ile dağ başlarında geçiririz. Yazın bu süre zarfına süt üretimi yerine yüksek otlaklarda verimli bir ortamda yaşayan hayvanlarda hergün sağdığımız sütlerden peynir yaparız. Bütün yaz yoğun bir çalışma temposu içinde oluruz. Yanıbaşımızda bizimle dost köpeklerimiz de olur. Bu cins köpeklere Patou deriz. Pyrénées dağlarında yüzyıllardır sürüleri korumak için kullanılan büyük çoban köpekleridir. Özellikle ayı (ours), kurt (loup) ve yabani köpeklere karşı sürüleri korumak amacıyla yetiştiririz. Ancak marifetleri sadece bu da değil, bizimle birlikte bütün yaz sürülerimize eşlik ederler.
Bu anlamıyla transhumances bizim için önemli bir gelenektir. Bu şekilde doğaya bağlı, yabancılaşmadan, ortak bir yaşamın da ne kadar mümkün olduğunu görürüz. Dünya da yaşanan savaşlara, açlık sorunları ile yüz yüze milyonlarca insanı düşününce ne kadar şanslı olduğumuzu düşünsem de, günümüzde dünyamız büyük bir köy gibi. Binlerce kilometre ötede olan ne küçük bir şeyi birkaç saat içinde dağda da olsak duyuyor ve insanlığın geleceği için endişeleniyoruz. Ben de bu endişlerim ile zaman zaman büyük bir karasarlığa düşsem de insanlık adına olan iyi gelişmelerden de güç almaya devam ediyorum. Bunlardan bir tanesi de Öcalan’ın Fransızca ve İngilizce metinler üzerinden özellikle de bu yaz daha çok okumaya başladığım ekolojik yaşama ve komünlerere dair ifade ettikleri oldu.
Öcalan’ın ekolojiye dair yaklaşımı, doğayı insanın üzerinde egemenlik kurulacak bir kaynak olarak değil, toplumsal varoluşun asli bileşeni olarak ele almasını önemsiyorum. Öcalan’a göre doğadan kopuş, yalnızca çevresel tahribatın değil, aynı zamanda insanın kendi toplumsal bütünlüğünü yitirmesinin de başlangıcıdır. Öcalan’ın, “Devletçi uygarlığın beş bin yıllık hiyerarşik birikimi, toplumu doğadan olduğu kadar kendi etik-politik özünden de uzaklaştırmıştır,” ifadesi üzerine bu yaz dağlarda çok düşündüm. Öcalan, ekolojik yaşamı romantik bir doğa özlemi olarak değil, kapitalist modernitenin yarattığı çok yönlü krizlere karşı bir özgürleşme zemini olarak tanımlarken bize de kendi deneyimlerimiz üzerinden yeniden düşünme imkanı sunuyor.
Doğayla uyumlu üretim ve yaşam pratiklerinin, toplumun kendi kendini yönetme kapasitesiyle birleştiğinde gerçek anlamda özgürleştirici bir güce kavuşabileceğine dair ifadelerinin pratik karşılığını Bask’ta bulmak beni oldukça mutlu ediyor. Bu perspektiften bakıldığında bizim bir parçası olduğumuz transhumance gibi gelenekler —sürüler, dağ takvimi, ritmik göçler, kolektif dayanışma— Öcalan’ın “ekolojik toplum” tahayyülü için yaşayan bir örnek niteliği taşır.
Öte yandan Öcalan’ın komünlere dair geliştirdiği görüşler de bu ekolojik düşünceyle doğrudan ilişkilidir. Komün, onun teorisinde yalnızca bir örgütlenme biçimi değil; ekonomik, kültürel, ahlaki ve ekolojik yaşamın birbirini desteklediği bir toplumsal hücre olarak konumlanır. Bu arada bizlerde burada kendi yaşam alanlaımız için Komün ifadesini kullanırız.
Kapitalist modernitenin bireyi yalnızlaştıran, tüketimi kutsayan ve topluluk bağlarını zayıflatan yapısına karşı bizlerin de bir parçası olduğumuz komünler, dayanışmanın, ortak üretimin ve karşılıklı sorumluluğun yeniden kurulduğu bir toplumsal mekân oluyor. Öcalan, komünlerin esas gücünü “ahlaki-politik toplum” anlayışından alacağını söyler; yani toplumun kendi yaşamını kendisinin düzenlediği, karar süreçlerine doğrudan katıldığı, doğayla uyumlu üretim pratiklerini içselleştirdiği bir yaşam biçimi.
Bu açıdan bizim kendi dağlarımızda, sürülerimizle, köpeklerimizle, yaylalarla kurduğumuz obu ritmik yaşam; emeğin, doğanın ve topluluğun birbirinden ayrılmadığı bir komünal sezgiyi bugünün dünyasında hâlâ canlı tutuyor. Bu yaşadıklarımızın Öcalan’ın yazdıklarıyla bu deneyiminizin buluşması da tam bu noktada anlam kazanıyor: Doğa ve toplum birbirinden kopmadığında, özgürleşmenin imkânları da yeniden beliriyor.
Bütün bu yaşadıklarım bana şunu yeniden hatırlattı: Dağlarda sürülerle geçirilen bir yaz, bazen bir kitaplık teori kadar öğretici olabiliyor. Öcalan’ın ekoloji ve komünler üzerine geliştirdiği düşüncelerle kendi günlük yaşamım arasındaki bu beklenmedik örtüşme, hem insana hem de topluma dair umutlarımı tazeledi. Dünya büyük bir karanlığın içinden geçerken, doğayla uyumlu kolektif yaşam pratiklerinin hâlâ mümkün ve canlı olması; hem Bask yaylalarında hem de Kürdistan’da benzer sezgilerin varlığı, gelecek için güçlü bir dayanak sunuyor. Belki de özgürlüğün yolu, en çok da insanın kendisini doğanın parçası olarak yeniden kurmasından geçiyor—benim çoban yollarımın, Öcalan’ın düşünceleriyle kesişmesi gibi.
Bi xwezayê bimînin, sax bimînin.









