PKK’nin kurucu önderi Abdullah Öcalan’la TBMM Komisyonu’nun sistemli görüşmesi talebi giderek yaygınlaşıyor. Bu talep bu aşamanın en önemli talebidir.
Çünkü, TBMM Komisyonu’nun ikinci toplantısında “devlet” konuşmuş, yaşanan süreçten ne anladığını muhtemelen anlatmıştır. Aralarında MİT Başkanı, İçişleri ve Savunma bakanları, istihbarat, polis ve ordu adına temsil edilmiştir. Buna karşılık HPG ve YJA-Star adına Komisyon’da Abdullah Öcalan’ın, yaşanan süreçten ne anladığını ifade etmesi, eğer henüz kamuoyuna açıklamasında “mazarrat” olduğu düşünülen görüşleri varsa kapalı yapılan ikinci toplantıya katılıp konuşması gerekirdi. Demek ki komisyona katılan partiler devletin ne düşündüğünü öğrenmiş, buna karşılık Kürt tarafının ne düşündüğünü öğrenmemiştir.
O halde bu “eksik bilgilendirmenin” derhal giderilmesi şarttır.
Ama Abdullah Öcalan’ın Komisyonu bilgilendirmesinden de önemli olan onun İmralı tecrit sisteminden tümüyle çıkarılması, kamuoyu temsilcileriyle istediği gibi görüşmesinin sağlanmasıdır. Çünkü gerek devlet temsilcileri, gerek Komisyon üyeleri istedikleri kamuoyu temsilcileriyle, özellikle medyayla, sivil toplum örgütleriyle görüşebilmektedir, yaşanan süreçten ne anlıyorlarsa, medyayı ve sivil toplum örgütlerini, genel olarak kamuoyunu yönlendirebilmektedirler.
Abdullah Öcalan ise bırakalım kamuoyu temsilcilerini, feshedilen PKK kadrolarıyla, gerilla komutanlığı ile, hatta bir aydır olduğu gibi Dem Parti ile en küçük bir ilişki kuramamaktadır.
Bu eşitsizliğin olumsuz sonuçları giderek daha tehlikeli biçimde görünür olmaya başlamıştır. Sadece komisyona katılan CHP’ye yakın medyaya ve sivil toplum çevrelerine bakanlar bu olumsuz gelişmeyi rahatça görebilirler. Örneğin geçtiğimiz Pazartesi günlü nüshasında Cumhuriyet Gazetesi, birisi adını ilk defa duyduğum bir parti başkanıyla ve bir de “Şehit Anaları Derneği” adındaki psikolojik savaş örgütünün başkanıyla yaşanan, sürece zehir saçan iki röportaj yayınlamıştır. Ondan da önce Halk TV’de Prof. Süheyl Batum katılan CHP’li vekillerin gözlerinin içine bakarak “CHP derhal komisyondan çekilsin” diye müthiş ajitatif bir konuşma yapmıştır. Bunlara, istisnai örnekler bir yana, tüm sistem içi medyanın kapalı olduğunu ekleyelim.
Komisyon ve kamuoyu yaşanan, süreçle ilgili tek yanlı etki altındadır.
Oysa bu sürecin şubat ayında başlamasından bu yana aylar geçmiştir. Bu aylar boyunca, İmralı’da müzakere konusu yapılan uluslararası, bölgesel ve ülke çapında yeni gelişmeler ortaya çıkmıştır. Sadece ikisini zikretmemiz yeterlidir; iktidar CHP’nin Cumhurbaşkanı adayını “Suç Örgütü lideri” olarak tutuklamış ve tutuklanan belediye başkanlarını bu suç örgütünün mensupları olarak ilan etmiş, suç örgütünün üyeliğini kabul ettirdiği kişileri “etkinlik pişmanlıktan” serbest bırakmıştır. Bu yöntem, “FETÖ” adı verilenlere karşı 15 Temmuz çakma darbesinden beri uygulanan yöntemin tıpkısıdır. 15 Eylül’de CHP Kurultayı davasında “mutlak butlan” kararı çıktığı takdirde CHP “suç örgütünün odağı” sayılacak ve hakkında Anayasa Mahkemesinde kapatma davası açılacaktır.
Başkan Apo “barış ve demokratik toplum” çağrısı yaptığı gün Türk siyaseti böylesine kritik bir aşamaya yükselmemişti.
Ama daha önemlisi Dışişleri Bakanı Hakan Fidan “ya QSD ve Rojava Coloni denilen Arap milliyetçisi, selefi ve kukla diktatöre teslim olur ya da Türkiye’de başlayan süreç sona erdirilir” mealinde yaptığı açıklamayla, buna ek olarak ordu sözcüsü bir Tuğamiralin QSD’yi “terörist” olarak ilan etmesiyle çözüm sürecine karşı “yeni” eğilimler ortaya çıkmıştır. Buradan hareketle denilebilir ki, Türk devleti ilk fırsatta elindeki “kelle kesen” çetelerle birlikte Rojava’yı haritadan silmek için hazırlık içindedir.
İmralı’da norm devletle Öcalan arasında varılan demokratik uzlaşmadan kısa bir süre sonra, özellikle Tişrin Barajı’na yönelik Türkiye’nin saldırıları durmuş, kamuoyunda iyimser bir hava esmişken, şu anda durum kritik bir aşamaya yükselmiştir.
Bunlara ek olarak sürecin simgesel başlatıcısı Bahçeli ve partisine karşı AKP, yargı eliyle “ayar verme” yoluna girmiş, CHP’yi Komisyondan çekilmeye zorlamanın yanında, MHP’nin çözüm sürecinde rol oynama alanını daraltacak adımlar atmaya başlamıştır.
ABD, İngiltere ve İsrail Türkiye’de çözüm sürecinde adım atılmamasıyla derinleşen çok yönlü devlet krizini fırsat bilerek Türk devletini adım adım İran’la savaşa doğru yönlendirmektedir. Süleymaniye’de YNK saflarındaki silahlı çatışmalar bu yönde tehlikeli sinyaller vermektedir.
Şimdi gerek komisyon gerek tüm kamuoyu, bu gelişmeler böylesine belirginleşmeden İmralı’da norm devletle yapılan demokratik uzlaşmanın “güncellenmesini” beklemektedir. Bu “güncellemeyi”, şimdi yaşanan sürecin baş müzakerecisi olan Abdullah Öcalan’dan başkası yapamaz. Abdullah Öcalan’dan başkası TBMM Komisyonu’nu ve kamuoyunu yeni bir “demokratik uzlaşma” temelinde hiç kimse aydınlatamaz. Çünkü demokratik uzlaşmanın Türk tarafı yukarıda saydığım tehlikeli gelişmelere bizzat yol açmış bulunmaktadır.
Komisyonun haftada iki gün yapılan toplantılarında herkes konuşuyor, o Komisyonun asıl kurucusu olan bir tek Abdullah Öcalan konuşamıyor. Yalnız bu olgu bile işlerin pek de iyi gitmediğini tüm dünyaya gösteriyor.
Asıl tehlike tüm olumsuz gidişi tersine çevirecek olan Abdullah Öcalan’ın duruma müdahale edemeyişidir.
O nedenle yaşanan çözüm sürecinin Türkiye’yi yeniden en başa döndürecek bir kazaya uğramaması için Abdullah Öcalan’ın hepimizi etrafında birleştirecek çıkış yolu hakkında özgürce konuşması şarttır.