İşte andır ki; tarihte biriktirdiğimiz öfkelerimizle yeni toplumsallaşmayı inşa etmek, geleceği bugünden özgürleştirmek yarının çocuklarına karşı görevimizdir
Türkan Taşçı \ Jineolojî’nin Sözü
Herkesin çocukluk hayalleri vardır.
Çocuk ve hayal deyince ilk aklımıza gelen güzel ve rahat bir yaşam sürdürebilmek için gerekli olan şeylere ulaşma arzusu diye düşünürüz. Hiçbir çocuğun yaşamını zorluklar içerisinde geçireceği bir dünya hayali olamaz da deriz. Bir çocuk nasıl derin anlamlar yükler hayata ve derin hayaller kurar…
Oysa çocuk dediğin, görüp bilebildiği kadarını da hayal etmeli diye de düşünürüz.
Nedir görüp bilinebilen? Yaşadığımız coğrafyanın, köyün, kentin sokaklarında, toplumsal alanlarda yaşadıklarımız mı? Öğretilenler ve bilmemize müsaade edilenler mi hayalimiz olabilen? Bir erkek çocuğun kız çocuğu ile oynamasının ayıplanması mesela! Kadınlarla kurulan derin bağların ilk adımı ve ilk hayali olabilir mi? Yasağın ezici çaresizliğiyle büyüdüğünde bir kadınla arkadaş olmayı bilemeyen milyonlarca erkek çocuğu ya da kız çocuğunun yaşadığını ne olarak tanımlayabiliriz? Hayallerinin yarım kaldığı o coğrafyanın dışına çıktığında ve -görüp bildiklerinin- karşılaştığı ilk kadına veya erkeğe nasıl yaklaşacağını bilememenin çaresizliğini düşünebildik mi acaba, “koca toplumsallığımızla”?
Her çocuğun birden çok hayali vardır.
Bana göre her çocuğun belki de ortak bir hayali de vardır, annelerini öfkelendiren şeylerin kendilerinin ve başka kadınların da yaşamamasını istediği.
Neydi çocukların, annelerin ya da kadınların öfkesi ve neden bir hayale dönüşecek kadar sarsıcıydı?
Yok sayılmanın ezici çaresizliğinin çocuğuna karşı dışa vurumu muydu, neden koskoca klana, aileye ve aşirete gösteremediği öfkesini daha zayıf olan üzerinden dışa vuruyordu? Çaresizlik ve sistem öğretisi böyle buyurmuştu çünkü!
Etrafımda dolanma, sorular sorma, başını derde sokma ve yaşamın akışını böyle kabullen…
Şöyle diyordu küçük bir okuma komünü:
Reddetmek yaşamının alt üst olacağını bilmektir. Ona karşı koyuşun öfkesi olabilir o halde. Öyle ya ret konfor alanından çıkışı da gerektiriyordu. Hangi konfor alanı, tabii ki sistemini sürdürme konforu. ‘Ağaç mesela kendine yük olacağını bile bile neden elmayı taşır, ya da anne evladı?
“Büyük” toplumsallığın olduğu coğrafyalarda kadınlar da çocuklar da tüm yaşamını bu gerçeklik içerisinde sürdürür. Yaşam ölçüleri artık buna göre şekillenmiş, birkaç kuşak sonrasına kadar da bu ölçülerden kurtulması zordur. Bilinç altında her zaman şu kuşku vardır: Ya fazla söylediysem, “aşırı” söylediysem…
İşte o “aşırının” toplumsal bellekteki korkunç yakıcılığını bilmiştir ya da duymuştur!
Peki öyleyse öfke kontrollü olmadığı sürece yapıcı değil de sadece yakıcı mı olabililiyor?
Reddin yapıcı bir toplumsal inşaya dönüşmesini sağlayacak yapı taşlarının motivasyonunu nereden sağlamalı?
Bin yılların bıraktığı tarihsel ve toplumsal hafızaya son yüzyılların yakıcı pratiklerinin sebep olduğu yıkımları görmekle başlayabilir miyiz; bununla yüzleşmek için o koskoca birikim bize yol gösterirken, görmezden gelmek de neden?
Kadınların öfkesine sebep olan yapılara dönüşmüşken son yüzyıllar ve toplumsallıklar neden alternatif olarak yalnız yaşamlar icat edip o yalnızlık içerisinde inşa etmeye çalışıyoruz, yarını ve son yüzyılı?
Bireysel çıkışlar, kaba reddedişler, fiziksel izolasyonlar ve okumalar bizi nereye hapsedecek, farkına vardık mı ya da varacak mıyız?
Oysa yaşam var oldukça toplumsallık da olacaktır.
Öyleyse neden yandaki ıssız sokakta dolanıp eve dönmeyi tercih ediyoruz?
Neden kaçıyoruz kalabalıklardan? Annnelerimizi ve kadınları öfkelendiren kalabalıklardan, hele ki onları içinde bırakarak!
Biz olmadan onlar, onlar olmadan biz yürüyemeyeceğiz oysa.
Yıllar geçtikten sonra dönüp yüzleşeceğimiz gerçek, ardımızda bıraktığımız öfkeli çocuklar mı olacak?
Ama sadece öfkeli!
İşte andır ki; tarihte biriktirdiğimiz öfkelerimizle yeni toplumsallaşmayı inşa etmek, geleceği bugünden özgürleştirmek yarının çocuklarına karşı görevimizdir.








