7 Ekim’in ikinci yıldönümü, bir barış projesiyle birlikte geliyor. Bu yazı yayına girdiğinde Hamas elindeki son İsrailli rehineleri de iade etmiş olabilir; sonraki adım Donald Trump’ın kendisini Nobel Barış Ödülü’ne resmen aday göstermesi olacaktır. Ama bu barış, Batı kamuoyunda yaz ayları boyunca yükselerek son haftalarda zirve yapan İsrail karşıtı protestolar, İspanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin parlamentolarında birbiri ardına kabul edilen Filistin devletini tanıma kararları ve son olarak Sumud filosunun tarih yazan eylemi olmaksızın mümkün olmayacaktı. Bu nedenle, İsveçli aktivist Greta Thunberg daha güçlü bir Nobel adayı gibi görünüyor.
Filistin barışı, her şeyden önce İsrail’i Gazze katliamını bitirmeye zorlama vaadi nedeniyle olumlu. Planın içeriğiyse doğru bir perspektif oluşturmak adına ayrıntılı bir inceleme ve takip gerektiriyor. Hamas’ın silah bırakması, İsrail’in Gazze’den çekilmesi ve bölgenin siyasi ve ekonomik yeniden yapılanması süreçlerinin her birinde ciddi sorunlar ortaya çıkabilir.
Barış sürecini yürütmekle görevli “kayyum” olarak İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in atanmış olması da oldukça ilginç. “Filistin sorunu”, 1917 Belfour Deklarasyonu’yla başlamış kabul edilirse, sorunun kökeninde bulunan İngiliz devletinin çözümün anahtarını da elinde tuttuğu varsayımından hareket ediliyor olsa gerekir. İngiltere, geçtiğimiz yüzyıldan farklı olarak 21. Yüzyıl’ın Ortadoğu’sunda bir gölge gibi hareket ediyor. Bu tarza en son Suriye’de Esad rejiminin yerine HTŞ’nin getirilişinde tanık olduk: ABD’nin tersine pek görünür olmayan ama gücü hissedilen bir gölge.
İsrail’in Netanyahu yönetimi, 7 Ekim saldırısıyla ortaya çıkan durumu “Allah’ın bir lütfu” gibi tepe tepe kullandı. Gazze’de yaptıklarıyla kalmayıp Batı Şeria’daki işgal durumunu da tahkim etti. Lübnan’da Hizbullah’la ve Yemen’in Husi güçleriyle savaştı. Hamas ve Hizbullah liderliklerini, İran’ın Kudüs Ordusu komutanlarını birbiri ardına infaz etti. Bölgedeki İran nüfuzunu büyük ölçüde kırdı ve Esad rejiminin düşmesiyle birlikte Suriye içlerine yöneldi; bu ülkenin askeri gücünü bütünüyle imha etti. Bu baş döndürücü dehşet gösterisinin iki yıla yakın süren “birinci sezonu”, geçen haziran ayında İran’ın nükleer kapasitesini hedef alan bir füze savaşının ardından final yapmıştı. Şimdi, Gazze barış planıyla “ikinci sezonun” açıldığı anlaşılıyor.
Yeni dönemin savaş yerine barış teması üzerinden ilerlemesi yolundaki dilek ve temennilerin gerçekleşmesi ne yazık ki pek muhtemel görünmüyor. Namluların soğumasıyla birlikte iktidardan düşmesinin kaçınılmaz olduğunu çok iyi bilen Netanyahu, yeni bir İran savaşı çıkarmanın fırsatını kolluyor. Yeni bölgesel çatışma ihtimalleri arasında, Irak’ta Haşdi Şabi’yi hedefleyen İsrail operasyonlarıyla birlikte Amerikan ordusunun ve Batılı müttefiklerin katılımıyla nihai bir İran saldırısı bulunuyor. Bu muhtemel stratejik/askeri hamleler, Netanyahu’nun iktidardan düşme korkusunun ötesinde Ortadoğu’da coğrafi sınırların değişimini de içeren kapsamlı bir yeniden yapılandırma hedefine işaret etmektedir.
Türkiye ve bütün parçalarıyla Kürdistan, bu “ikinci sezon” senaryolarının fiziki/coğrafi anlamda tam merkezinde yer alıyorlar. Bu iki unsurun siyasi ve askeri tercihleri, ABD, İngiltere ve İsrail’in birlikte kotardığı Ortadoğu’nun geleceği planları için önem arz etmektedir. Yıllardır ABD başkanları tarafından dışlanan Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz ay Beyaz Saray’a kabul edilmesi, bu bağlam içinde farklı bir anlam kazanıyor. Birçok gözlemci, Türk devletinin son bir yıldır Kürtlerle barış yönünde telaffuz ettiği irade beyanlarını da bu yeni bölgesel jeostratejik mevzilenmeye uyum adımları olarak okuyorlar.
İlk sezon boyunca bölge topraklarıyla birlikte ekranları da işgal eden Netanyahu ve Trump rollerini muhafaza ederken, şimdiye kadar oynadığı “gizli özne” rolü nedeniyle perde gerisinde kalan İngiltere’nin, “Gazze kayyumu” Tony Blair şahsında daha görünür olacağı bir dönemin eşiğinde olduğumuz anlaşılıyor. “Yeni sezon” barış vaatleriyle açılıyor olsa da yakın geleceğe ilişkin bölgesel savaş alametleri daha ağır basıyor. Bundan sonra Suriye ve Filistin’den çok Irak, Türkiye ve en çok da İran üzerinde yoğunlaşan tartışma ve yorumlara tanık olabiliriz.
Yeni dönemde, bugüne kadar tribünlerde kalmayı tercih eden Abraham Anlaşması imzacısı Arap ülkeleri, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinden başlayarak sahaya daha fazla davet edileceklerdir. Yine bu şartlar altında, dünya kamuoyunun ilgisinin, geçmişte olduğundan çok daha fazla Kürdistan olgusu ve Kürt siyasi güçleri/önderlikleri üzerinde odaklanması kaçınılmaz olacaktır. Erdoğan/Colani ikilisinden çok Mazlum Abdi, Mesud Barzani ve Öcalan isimlerinin telaffuz edildiği bir döneme hazır olalım.