Bir hikâye nerede başlar? Denilir ki bir insan hikayesini kendi yazmaya başladığı zaman başlar her şey. Kendisine biçilen rollerden, mekanlardan yani kendisini kıskaca almış hayattan kaçınca, yeniden yazılır ve orada başlar tarih. Birileri yazmaya çalışsa da esas hikâye, öznenin eylemi ile başlar ve son dediğimiz şey de o yolda bir yerlere varır.
Yazar Magali Mougel’in yazdığı, başrolü oynayan Reyhan Özdilek’in Türkçe’ye çevirdiği ve Kemal Aydoğan’ın yönettiği Suzy Storck oyunu Moda Sahnesi’nde oynanıyor. Oyun hareketli aslında, bu anlamda Aybanu Aykut, Çağlar Yalçınkaya ve Mert Şişmanlar’ın canlandırdığı her karakter bu devinime çok iyi ayak uyduruyor.
Her özgürlüğün bir bedeli var. Yıkılmalı ki bazı şeyler, ondan sonra başlamalı her şey. Kutsallık atfedilen aile mevhumu parçalanmadan o aileden hiç kimse kendine varamaz. Reyhan Özdilek’in canlandırdığı Suzy karakteri, dışarıdan mutlu bir ev kadını gibi görünmekte. Kocası Hans Vassili Kreuz (Mert Şişmanlar), dünyanın her yerinde olduğu gibi, kendinden ve aile babası olmaktan çok memnun. Kendisine göre pek bir sorun yok bu ailede, üç çocuğu var nihayetinde ve istediklerinin tam da içinde. Suzy’nin annesi Bayan Storck (Aybanu Aykut) da böyle bir hayatın içinde kaldığı için, kendi yaşadıklarını kızının da yaşamasını istiyor. Bir nevi anne, kızına kaderini de kederini de dayatıyor.
İşte her şeyin bir sınırı var, biriktirmenin, anlamanın, benzerlikler kurmanın hatta. Bir kadın oyunu olan Suzy Storck’da bir akşamüstü her şey yolundan çıkıyor. Aslında inşa edilmiş bir yoldan çıkma hali, çekirdek bir işçi ailesinde vuku buluyor. Çünkü erkek kendisine biçilen rolden gıdım sapmazken, kadın tarihsel isyanını dışavuruyor. Belki ertelenen her şeyin bir patlaması, belki de patlamanın bir travması. Suzy duyuruyor, nereden başladığını ve ne yapmak istediğini hissedercesine: “Ve hatırına geliyor her şey, bir cesedi mezarından çıkarır gibi, bir hikayeyi gömüldüğü topraktan çıkarır gibi.”
Suzy Storck oyunu her ne kadar Fransa’da geçiyorsa da başka coğrafyalarda da benzer hikayelerin olduğunu biliyoruz. Rize’de veya Batman’da veyahut Afrika’dan Latin Amerika’ya da geçebiliriz. Nitekim kurgulanan rolleri bugün dünyanın her tarafında izliyor, şahitlik ediyoruz. Çocukluğumuzdan olsun çevremizde gördüklerimizden olsun, aynı cinnet halini hep gördük ve yaşadık. Çünkü ertelenen her heves, bir gün kendini yaşayacak bir hayat bulur. Nihayeti ölüm veya hayat olsun, illaki varacak bir yerlere. Yazar Mougel de bunun farkında ki koro ile duyuruyor: “Hikâye böyle başlıyor. Burada başlıyor. Burada geçiyor. Tamı tamına nerede geçtiğini coğrafi olarak belirtmenin hiçbir önemi yok.”
Suzy aslında birçok şeyin bilincinde olan bir kadın, daha doğrusu artık bildiklerinden ve maruz kaldıklarından emin. Onu inşa edip şimdi olduğu hayatın içine mahkûm eden toplum, devlet, gelenek, erkek egemen sistem, kendisinden beklenenler ve onun tüm bunların sürüklediği yere yabancılaşması. Evet, Suzy artık kapana kısıldığını hissettiği bu vaziyet yüzünden her şeye yabancılaşıyor. Öyle ki geçmişinde yaptığı işlerden kalan koku, çocuklarını emzirirken yaşadığı anlamsızlık ve en önemlisi artık bir eyleme geçme ihtiyacı, kendisini isyanın-cinnettin eşiğine getiriyor.
Oyun gayet anlaşılır bir dil ile kurulurken şiirsel akışın içinde tragedyalar, mitler yer yer referans alınıyor. Kadının tarihsel geçmişi bu oyunda bir mühendis inceliğinde yazılmışken, oyun içinde saatlerin ve koronun (Çağlar Yalçınkaya) yönlendirmesiyle parçalara ayrılmış bir zaman dilimini adım adım inşa ediyor.
Suzy kendini fark eden bir insan olarak kendini kendine tanıtıyor: “Kalbim bir duvar saati. Kapılarını açıyorum ardına kadar. Ki gelsin girsin içine rüzgâr ve alsın götürsün dünyamın çığlığını.”
Dünyadan ne istediğinin önemini kaybetmiş bir kadın, kırılan direnci, eskiye özlemi sıralarken kendi tarihini yeniden düşünüyor ve vardığı yeri şöyle tanımlıyor: “Benim ölçtüğüm şey örgütlenme biçimi. Beni çevreleyen şeyin doğasının örgütlenme şekli. Ben de ona katılsam ve orda yer alsam da, bana rağmen örgütlenen o şeyin anlaşılmaz ağırlığı.”
Son söz ve belki de Suzy’nin feyz aldığı ve varmak istediği umudun dediğidir: “Doğu Pyrenee’lerin derinliklerinde kaybolmuş bir koyunun cesedinin içinde sıkışıp kalmış bir sineğin sesini çıkarıyor.” Çünkü sinek kanat çırptıkça vazgeçmenin de gitmenin de kapısı vardır. Cinnet de bir kapı oluverir böylesi bir dünyada nefes almak isteyen insanlar için.
Yönetmen Kemal Aydoğan’ın metni sekanslarla sahnelediği bu şahane ve güncel oyun, aile ve cinsiyet rollerini faş etmede önemli bir yerde duruyor. Metni Fransızca’dan çeviren ve başrolde oynayan Reyhan Özdilek de çevirdiği metnin şiirselliğini de deliliğini de hakkıyla idrak etmiş. Geçen sene Moda Sahne’nin açılış oyunu olan oyunun bu sezonun ilk gösterimi 26 Ekim’de başlayacak. Suzy Storck oyunu sezon boyunca Moda Sahnesi’nde oynanmaya devam edecek. Fırsatı olan izlesin derim ama keşke bu oyun İstanbul dışına da çıksa diye bir temennide de bulunmak isterim. Diyarbakır’da, İzmir’de ya da başka şehirlerde veya ülkelerde de izlense keşke.