İkinci dünya savaşı sonrası batı toplumlarında hızla gelişen ekolojist hareketler, Türkiye’de 1990’ların sonuna doğru oluşmaya başladı. Ancak çok geçmeden sistemin baskılarına ve yönlendirmelerine maruz kaldı.
Türkiye toplumu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra diğer toplumlar gibi hızlı gelişemedi. Dünya halkları özellikle Almanların Yahudileri fırınlarda yakmasıyla başlayan, Hiroşima – Nagazaki gibi olaylardan sonra hızla politikleşmeye başladı. Dönemin iki kutuplu dünyasının yarattığı yaşamı ve adaleti sorgulama zemini tüm dünya halklarına sirayet etti. Monarşilerin ve dinlerin etkisinden kurtulan halklar 18. yy’da başlayan aydınlanmanın da etkisiyle birçok veriyi, gerçeği, hakikati yeniden sorgulamaya başladı. Bilişsel kaos o kadar derinlere indi ki halk nasıl yaşaması gerektiğini, onuru, yaşamın anlamını araştırmaktan bitap düşmüş, piyasa nasıl yaşamalı sorununa çare bulmaya çalışan kitaplarla dolmuştu. Bu kaos ve arayış özelde Batı Avrupa toplumunu, genelde tüm dünya halklarını ciddi şekilde sarsmaya başlamıştı.
Halklar, tarihlerinde ilk kez yaşam kavramı üzerine bu kadar karmaşık seçeneklerle yoğunlaşıyordu. Yaklaşık iki yüz yıldır süren ve hala sürmekte olan bilişsel kaos ortaya, bazı nahoş sonuçlar çıkarsa da politik bir kesimin yaratılmasına da sebep oldu. Dünya halkları, sadece bir ülkenin iç işleyişi değil bir bütün dünya sisteminin sorgulandığı, değişime zorlandığı bir dönemi de yakaladı.
68 kuşağı olarak hatırlanan kesim Fransız devrimin lokal etkisinin çok ötesine geçmiş, bir bütün dünya sistemini sallıyordu. Fakat, Tarihteki çok sayıda devrimde gerçekleşen üst sınıfın emek hırsızlığı, son 68 kuşağında da kendini gösterdi. Fransız devriminin emeğine çöken burjuva sınıf zihniyeti İran’da başka bir kimlikle karşımıza çıktı. 68 kuşağının yarattığı enerjinin emek hırsızı ABD, merkezi uygarlık sistemi kimliği ile önümüze çıkarak, dönemin değişim enerjisini kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak sistemi finans kapital ismiyle önümüze sürdü.
Ortaya çıkan her hakikat arayışının enerjisini kendine çeviren sistem, alttan alta yayılan zihniyet değişimlerinin önüne geçemedi. Halklar, Marksist ideoloji, anarşizm ve liberalizmin subjectivist anlayışı ile kendini bulmaya çalıştı. Kendini arayış sanattan eğitime her alanda bir arayış hamlesine dönüştü. Etkisi çok ağır olan bilişsel kaos, liberalizmin hâkim ideolojik etkisiyle daha da ağırlaştı. Gelişimin diğer ucunda olan halk, Merkezi uygarlık sisteminin tüm albenilerine rağmen zihniyet savaşı sürdürdü ve tüm dünyada gözle görülür etkiler bırakmaya başladı. Temel sayılacak bazı insani refleksler gelişmeye başladı. Halkta ortaya çıkan bilinç düzeyi, bir terazinin iki kefesi gibi, Merkezi uygarlık sisteminin kullandığı Milliyetçiliklerin ve dinlerin etkisini yavaş yavaş kırmaya başladı. Avrupa’da gelişen anti-faşist hareketler Sovyetlerinde (yıkılmasından sonra da bu etkisi sürdü. Halk sosyalizm arayışından vazgeçmedi.) etkisiyle sistemin birçok anlayışına karşı savaştı. Özelde Avrupa Halkı, sistemi, devlet-vatandaş ilişkilerini yeniden düzenlenmek zorunda bıraktı.
Hukukun üstünlüğü ahlakın erimesine yol açtı ancak aynı zamanda demokratik reflekslerin gelişmesine de yol açtı. Sistemin kutsallıklarından kurtulan halk çareyi hukuku demokratikleştirmede bulmaya çalıştı. Liberalizmin etkisinde gelişen demokratik toplum gençliği birçok alanda liberalizmi aşarak toplumla bütünleşmeye çalıştı. Bu konuda da oldukça yol aldılar. Aşılan kutsallıklar toplumun yeni ve pek insanca mücadele alanı olan ekolojik mücadelelerin önünü de açtı.
Filistin-İsrail savaşları gibi günümüze kadar devem eden sosyal kırılmalar halkı tüm dünya için adalet, yaşanan ekolojik kırılmalar ise tüm dünya canlıları için adalet anlayışı ile tanıştırdı. Ancak, Dünyanın batı yakasında gelişen politik gelişme ve örgütlenme zemini dünyanın her yerinde aynı etkiyle gelişemedi. Kendi iç sorunları ile başa çıkamayan Batı toplumu çareyi dışarıyı sömürmede buldu. Afrika, Ortadoğu, Hindistan ülkeleri merkezi uygarlık sisteminin pençesinden kurtulamadı. Kimisine zalim başkanlar atayan sistem bazılarını da düşünce sistemi ile kontrol etmeye çalıştı. Özellikle Ortadoğu’da etkili olan inançları kullanmaya başladı. İnancı yukarıdan değiştirme girişimleri ile halkı yönlendirebiliyordu. (“Komünistler dinsizdir” sloganı gibi) Dinin etkisinin zayıfladığı yerlerde halk kahramanları ya da kahramanlık öyküleri yaratarak halkı semavi olmayan, ama semavi dinlerden daha tehlikeli inançlara yönlendirdi. Halkı arkasında sürükleyecek kutsallıklar yaratıldı. Yukarıdan değiştirilen inançlar bireylerin şahsına indirildi ve kullanılmaya çok daha elverişli hale getirildi. Kutsallaştırılan bireylerin hikâyesi ile oynayıp halkı ona göre kanalize etmek çok daha rahat bir yöntemdi. Tapılan insanın geçmişi ile oynamak, onu öyküleştirmek, merkezi sistem için zor olmayan eylemlerdi. Özellikle Ortadoğu’da oldukça etkili olan zihniyet ile oynayıp yönetme yöntemi birçok ülkede ağır etkiler bıraktı.
Türkiye’de aynı sömürge yöntemi ile karşı karşıya kaldı. Ancak Türkiye Cumhuriyet’e geçiş ile birlikte sınırlı da olsa politik ilerlemenin gelişmesine zemin sunmuştu. Merkezi sistemin sık sık bu zeminle oynamasına rağmen halkta bilinçlenme süreci devam etti. 68 kuşağının devam eden etkisi, Denizlerin, Mahirlerin, Kaypakkaya’nın etkisi, 1980 sonrası gelişen Kürt özgürlük harekatı, halkta etkili olmaya başlamıştı. Sistemin kutsallaştırılmış bireylerine ya da devam eden semavi dinin etkisine rağmen Türkiye’de ciddiye alınacak kadar büyüyen bir örgütlenmeye kavuşuldu. Merkezi sistemin sık kullandığı ideoloji olan semavi din ile, yine ardına gizlenerek çok şey yaptırılmaya çalışılan Kemalist düşüncenin çarpışması ülkede politik bir bayram havası yarattı. Özellikle AKP iktidarının gelişiyle atom altı parçacıklarının çarpışma etkisi gibi halkta bir sarsılma yarattı. Bu Her iki büyük yüzleşmenin ortasından çıkan ve politik olarak dönemin açık ara önde olan Kürt hareketi çarpışma alanlarını üçe çıkardı.
İki binli yıllarının başında başlayan toplumsal çatışmalar Ortaçağ Rönesansının başlangıcı kadar büyük etkiler yarattı. Din adına yönetmek isteyende Kemalizm adına yönetmek isteyen de halk tarafından ciddi şüphelerle karşılandı. Halkın büyük çoğunluğu, hem dini kullanan hem de Atatürk’ü kullanan kesime kulağını kapadı. Din gerçekte ne söylüyor, Atatürk gerçekte ne söylemiş, araştırmaların temel konusu olmaya başladı. Halk din adına hareket eden iktidarın din ile çelişkisini yakalarken bu aynı zamanda onu dinin ne olduğu sorusuna taşıdı. Kemalizm adına hareket eden partilerin yürüttüğü siyaseti sorgulayan halk bu kez Atatürk’ü tanımaya, araştırmaya başladı. Son yirmi yıldır esen politik rüzgâr Türkiye’de bir Rönesans’ın başlangıcı oldu. Politik olmanın en üst zihniyeti olan ekolojik mücadele Türkiye’de de böyle oluşmaya başladı.
Merkez noktasını hayvan haklarının oluşturduğu bu politik toplum zamanla ormana, ağaca, (Gezi), HES’lere, maden aramalarına – yere çöp atmamaya – kadar birçok alanda gelişti. İlk gelişim ve düzenli örgütlenme alanı olan hayvan haklarını koruma, ekolojik alanın Türkiye’de ilk çekirdeğini de oluşturdu. Çekirdeğin buradan başlaması, iktidarın kuralı gereği sistemin saldırılarını hayvan hakları savunucularına yöneltmesine yol açtı. Etki altına almaya, yönetmeye, kendi isteği doğrultusunda biçimlendirmeye buradan başlamalıydı. İlerde doğacak olan ekolojik mücadelenin tüm alanlarının buradan doğacağını biliyordu. Bu yüzden ekolojik örgütlenmenin zemini olan hayvan hakları savunucuları ve onların kuracağı her oluşum sistemin kontrolü altında olmalıydı. Ekolojistlerin Batı ülkelerinde hükümetleri nasıl zorladığını korkarak da olsa fark eden Türkiye iktidar sistemi, bu alanı henüz kuluçka dönemindeyken kontrol altına almayı hedeflemişti. Mümkünse tamamen ezilecekti, değilse kontrol altında tutacaktı….