Bugün herhangi bir soruşturmadan dolayı hüküm giyen birine verilen gerekçeli kararın en üstünde, başlık niyetine şu yazar; TÜRK MİLLETİ ADINA. Banka soysan, eşinle boşansan, kavga etsen, bir yere bomba atsan, yanlış anlaşılsan, haksızlığa uğrasan, yani ne yaparsan yap her şey TÜRK MİLLETİ ADINA.
Her şey bu kadar net aslında. Kimileri Anayasada yer alan ‘bu ülkede yaşayan herkes Türk’tür’ ibaresini ‘inceltip’ üst ve birleşik kimlik dalaveresi ile aklamaya girişsin, kimileri kimliklerin üstünü örtsün, fark etmez, dümdüz çağ dışıdır ve geleceğe zerre katkısı yoktur. Hele hele içinden geçtiğimiz günlerin içini boşaltıp dışına çıkartmada üstüne yoktur.
Bazı zamanların ağırlığı fark edilmiyor. Bugünlerde ise ısrarla ve bilerek ıskalanıyor. İster bilinsin, ister bilen bilmeyene anlatsın ama şu günlerde devam eden Kürt meselesinin çözüm tartışmalarının en başında hukuk yer alıyor. Yani insana hakkını ve hukukunu teslim etmek. Nereden bakarsak bakalım, çözüm denildiyse bunun bir hukuku vardır, olmalıdır.
Şimdi ve şu anda Kürt’ün adı yok, cismi yok, dili yok yani kendisi yok. Ama devlet bu, tutmuş yüz yıldır yok dedikleri ile savaşmış. Bu savaşı hepimiz yaşadık, biliyoruz ve savaşla bir sonuca varamadığının kanlı canlı şahidiyiz. Mesela bizim bir komşumuz var, Kürtçe adı başka, Türkçe adı başka. Hepimiz Kürtçe adıyla çağırdık onu, gitti ev aldı ama Türkçe adıyla o evin sahibi oldu. Herkesin bir tanıdığının hukuk tarafından kabul görmeyen adı, bir de ‘resmi’ adı vardır. O halde hukuk yok, hukuksuzluk var.
Hukukçu yetiştiren Kürtler
Bakın burası yüksek dikkat ister; sıradan bir hayatın resmiyetle ve yasalarla çarpışmasını imler. Burada yaşayan 20 milyondan fazla Kürt halkının ne adı ne de sanı var. Kürtler önlem olsun diye her eve bir avukat büyütüyor artık ve bu bile ne sosyolojide ne de psikolojide yer bulabiliyor. Hukukçu yetiştiren Kürtler hukuk dışında bırakılıyor. Çünkü adı olmayanın hiçbir şeyi olmuyor, tanımı olmayanın da anlamı olmuyor.
Tanımsız bir Türkiye ve anlamsız halklar orta yerde duruyor. Yani düşünelim ki yerde bir tabut ve bir beden var ama uğurlamaya gelenler dahil kimse kımıldamıyor, sadece bakmakla yetiniyor. Ne tabut doluyor ne de beden kendine yer bulabiliyor.
Sömürge, koloni, savaş, mücadele, başkaldırı, idam, işkence, onur, hapis, ölüm ve direniş. Bir sürü kuşak bu kelimelerin hayattaki karşılığı ile yüzleşti. Geçen yaz bir yere gitmiştim, yüzlerce yıllık bir çınar ağacının etrafını çitlemişler, zarar görmesin diye. Çok iyi dedim. Önünde bir çeşme yapmışlar, suyu içerken ve yüzünü, enseni serinletirken ağaca gözün kayar bir an; bir bakıyorsun, felaket güzel bir mermer yapılmış çeşmenin yanına. Sonra bir bakıyorsun Türkiye bayrağı. Yani bak bu ağaç da Türk diyor. Ağacı dahi Türkleştirmek, gerçek olmasa feci komik bir durum.
Türkiye’de bir Kürt olarak yaşamanın ne olduğunu bilmeyen biri olsam ya da bir turist olsam bu ağaca bakıp derim ki; Yüzlerce yıldır yaşanan onca kazaya ve belaya karşı ayakta kalmış bir ağacı Türkleştirecek kadar kafayı yemiş bu devlet.
Burada insan türü için de böyle bir kanun var; Ya Türksün ya da yok. Tıpkı Kürtlerin dağlarına ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazmak gibi. Velhasıl kendine hukuk, başkasına ‘mecburi mutluluk’ silahını doğrultmuş bir devletin yasaları altında uysal durmak akıldışı bir karşılık. Çok şükür aklımız yerinde, akıl da istemiyoruz.
Bugün bir barış deniliyor, ittifak deniliyor ve bu kelimelerin neler yaptığı biliniyor. Nice badireler, rütbelerden rütbe beğenen acılar, hayattan nefret etmeler, hayata deli gibi sarılmalar, kopmalar yani geldiğimiz yaşa kadar yaşadığımız ne varsa anladığımız kadar bildik ki; Türk’ün yasaları, Kürtlerin de dağları olmuş.
Kürtlerin kendi hukuku
Yanlış anlaşılmasın, Kürtlerin elbette bir hukuku var ve bin yıllardan beridir uygulanıyor. Örneğin herhangi bir Kürt şehrinde ya da köyünde birinin bir sorunu varsa gider ‘cemaat’e söyler. Bilge denilen, sözü geçen ve adalet konusunda rüştünü ispat eden birileri davayı sahiplenir. Sorunu olan ve sorunlu olan hakkında bir hüküm verilir ve bu hüküm direkt geçerli olur hem de en hakkaniyetli bir biçimde. Şimdilerde buna Türk hukukunda arabuluculuk deniliyor. Hem Kürtlerden çalmışlar hem de Kürtleri bunun dışında tutmuşlar. Yüz yıllık hile bu.
Kürtler Türkiye devletinde yok. Kürtler Türkiye yasalarında yok ama her ne hikmetse bu yasalar Kürtleri doğrudan etkiliyor. Sadece Kürtler de değil, Aleviler, Ermeniler, Rumlar, Romanlar, Araplar, Çerkesker, Tatarlar, hiç kimse yok. Bu ülkede Türk ve yasaları var. Oysa çarşıda pazarda her halktan insanlar var. Hayatla karşılaşmayan yasalar, hayatı zindan eden yasaklar var.
Ezcümle; Kürtlerin bir hukuku yoksa çözüme dair bir adım da yok. Kürtler hukukta tanınmıyorsa yani bilinmiyorsa hiçbir şey yoktur, Kürtler de yoktur. Oysa bugünlerde bir çözüm çalışması var, Meclis’te ve başka yerlerde. Yine bugün binlerce Kürt, kendisine ait olmayan, kendisine yer verilmeyen bir hukuk sisteminin kıskacında ve hapishanelerde. Kürt yok ama Kürtlere ceza var, vergi var. Her şeyden önce hukuk inşa edilmeli ve Kürtler tanınmalı, diğer halklar ve inançlar dahil.
Bir Türk olsaydım mesela, ‘benim adıma hüküm verme devlet’ derdim ve haykırırdım; ‘Kürtlerin hukukunu teslim et devlet. TÜRK MİLLETİ ADINA deyip benim yerime düşmanlık yapma ve büyütme.’
Çok yıllar geçti, çok insan öldü, çok insan doğdu, zaman ve mekân değişti. Kışlalar, hapishaneler, hastaneler ve bileşkesi olan haksızlıklar var bu ülkede ve hepimiz bundan mustaribiz. En başında denilmiştir ve hâlâ dilimizdedir, birilerine hakkını vermek hatta hakkını teslim etmek, deriz. Hak dediğimiz yerin tam ortasında hukuk var, hukuksuzluğa mahal yok.









