Uluslararası hukuk, “özgürlükten yoksun bırakılmaktan daha eziyet verici bir cezanın olmadığı” için ve bu duruma “sivil ölüm” denildiğinden “umut hakkı”nın elzemliğini ısrarla vurgular.
Bu hukuk, “hayatı hapsedilenlerin hapsedilmek dışında demokratik toplumdaki bireyin sahip olduğu tüm haklara mahpus da sahiptir” der. Bu haklar, yaşam hakkı, sağlık hakkı, hastalıklardan korunma ve sağlıklı koşullarda kalma, tedavi görme, sağlıklı beslenme (gıda, su…) hakkı, kültürünü-inancını özgürce geliştirip yaşama hakkı, anadil hakkı, araştırma yapma hakkı, araştırdığı konuların kaynaklarına özgürce ulaşma hakkı, ziyaret edilme (üç arkadaş ve ailesiyle) hakkı, yakınlarının olduğu hapishanede olma hakkı, yakınlarını defnetme hakkı, yas tutma hakkı, özel yaşamın korunması hakkı, görüşlerini kamuoyu ile paylaşma hakkı, bilgi edinme hakkı, haberleşme hakkı, kolektif haklarını mahpuslarla sosyal faaliyet olarak yapma hakkı, kültür-sanat faaliyetleri hakkı, onur kırıcı-kötü muamele ve işkenceye maruz kalmama hakkı ve umut hakkı…
Bu haklar ihlal edildiğinde, yaşanan duruma tecrit denir. Bu da insanlığa karşı işlenen suçtur. Tecrit nerede, kime karşı uygulanırsa uygulansın, karşı çıkmak, itiraz etmek, kabul etmeme hakkı vardır. Demokratik toplumda olduğu gibi zorbalığa, baskıya, kötü muameleye, ayrımcılığa karşı direnme hakkı da uluslararası hukuk tarafından tanınmaktadır.
Türkiye mahpushanelerinde bu hakların hepsi aleni, keyfi ve hukuksuzca gasp ediliyor. Yargı taraflı karar vererek mahpus idaresini, gardiyanları daha fazla hakkın gaspı için cesaretlendiriyor. Bu durumlar; İHD, TİHV, Af Örgütü ve CPT gibi birçok kurum tarafından sayısız kez rapor edilmiştir.
Hukukun katledilmesi
Hapsedilme öncesi ve sonrası ulusal ve uluslararası hukuk tarafından garanti altına alınan bu haklar için, yargının her safhasında savunmasını yapan hak savunucularına ceza kesiliyor. Yargı safhaları ve İdare ve Gözlem Kurulu (İGK) bunu “suç işleme, topluma zarar verme, toplumla bütünleşmeme…” olarak görüp, cezalandırma konusu yapıyor. Oysa bu “zulme itaat ettirememe” cezasıdır. Yoksa insanın ahlak sahibi olması ve insanlık ailesinin üyesi olması, “illegal örgütten ayrılmama, pişman olmama ve yeniden suç işleyeceği kanaati…” olabilir mi? Bu cezalandırma “sivil ölüm” bile değil, toplu katliamdır.
Yargılamanın ilk safhasında “pişman olmadığı” gerekçesiyle 20 yıl ceza, 40 yıla çıkarılıyor. Verilen bu 40 yıllık cezanın siyasi tutsaklar için uygulanan dörtte üçlük infazı 30 yıl mahpusluktur. Tecride dayalı infaz rejiminde bile mahpusluk 30 yıl iken, yukarıda saydığımız İGK’nın keyfi gerekçeleriyle şartlı tahliye hakkı engelleniyor.
Kadın tutsaklara zulüm
Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde 34 siyasi Kürt kadın tutsağız. Bunlardan 12 arkadaşımız şartlı tahliye hakkı gasp edilerek yıllardır zorla özgürlüğünden yoksun bırakılmaktadırlar. Üç arkadaşın infazı aynı gerekçelerle hukuksuzca yakılmış, 9 kadın arkadaşımız uzun yıllardır hüküm-özlüdür. Aramızda 3 ağır hasta bulunuyor. 7 kadın da yine delilsiz, temelsiz ve hukuksuzca buradadırlar. Bu dağılıma göre zulümxanede bulunan 34 kadın da zorla burada tutularak yaşam hakları gasp edilmiş durumdadır.
İdare ve Gözlem Kurulları 2021 yılında çalışmaya başladı. O tarihten bu yana, Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nden tek bir siyasi kadın tutsak bile -şartlı tahliye hakkından yararlanarak- tahliye edilmedi. Soyut, ciddiyetten uzak, temelsiz ve hukuksuz gerekçelerle; Nuriye Adet, Devrim Gülşan Adet, Hicran Binici, Sermin Demirdağ ve Nedime Yaklav arkadaşlarım 33. yıllarına girdi. Yargılandıkları DGM’den daha militarist ve cinsiyetçi bir tavırla içeride tutuluyorlar.
Elif Çetinbaş, Melike Göksu, Emine Abiş, Fatma Aslan, Süheyla Taş, Zeliha Ustabaş, Esra Soyaktaş arkadaşlar da verilen cezaları bitirmiş olmalarına rağmen İGK tarafından her defasında şablon hak gaspı ile tahliyeleri engelleniyor. Yine burada olmaması gereken ağır hasta tutsaklar Selver Yıldırım, Semire Direkçi, Pınar Tikit, Adli Tıp Kurumu’nun etikten yoksun raporlarıyla yaşam hakları gasp ediliyor. DGM’de verilmiş müebbet hapis cezasıyla 32 yıllarını burada tamamlamış beş kadın tutsağın daha tahliyesi İGK tarafından bir yıl daha yeni ertelendi.
Pilot bölgeymiş!
Bu hak gaspları ne zaman görevlilerle görüşülse, buranın “pilot bölge” olduğu açıkça söyleniyor. Sincan Cezaevi, “sivil ölüm”ün bile değil, katliamın pilot bölgesi ise bu katliama açıkça imza atanların kamuoyuna açıklanıp, derhal yargılanmaları gerekir.
Adalet Bakanı, “İnfazı tamamlananlar cezaevinde tutulamazlar” diyor. Buna rağmen, İnfaz hakimliği, cezaevi savcılığı, ağır ceza mahkemeleri, İdare ve Gözlem Kurulu kararlarını, Bakanlığın söz konusu açıklamasına rağmen, incelemeden onaylıyor.
Tüm hasta tutsakların ve 30 yılı aşkın süredir zorla ve hukuksuzca özgürlüklerinden yoksun bırakılanların bir an önce tahliyeleri sağlanmalıdır. Bu katliama son verilmeli ve “Barış ve Demokratik Toplum” savunucularına özgürlük çağrısı büyütülmelidir. Çağın barış öncüsü Öcalan’ın tarihi çağrısına “umut ışığı” dendi. Dünya bu ışıkla aydınlanmak istediğini ilan etti. Umut hakkı olmadan umut ışığı olmaz.
Baş müzakereci Sayın Abdullah Öcalan’ı umut hakkı uygulanarak ateş hattı Ortadoğu’da ülkemizin (bu yangında) yanması değil, bu yangını söndürmeye öncülük eden baş müzakerecisi olması için herkesin harekete geçmesi elzemdir. Özgür ortak yarınlarda buluşmak, Mezopotamya-Anadolu halklarına ana sütü kadar helaldir. Buna halel getirenlere fırsat vermeden yarınları barış ve demokratik toplumla inşa etmek elzemdir. Tarihi çağrıya uluslararası toplum “umut ışığı” dedi. Umut hakkı olmadan umut ışığı yayılabilir mi? Umut ışığı karartılamaz. Umut ışığının dünyayı aydınlatmasını sağlamak hepimizin görevidir.