Ahkâmlar serseri birer mayın gibi hayatın orta yerinde patlıyor. Dikkatli hüzünler, planlı acılar, naylondan aşklar, sarsak dengeler kısır ayrılıklar ve yine bölündükçe ihtimal ile ihlalin karışması. Sınırlar ve kavramlar konfor imtihanından büyük bir gürültüyle geçiyor, zaman gibi ve varmış ve kalmış gibi.
Yakınları uzak etmekten geliyorum, dedim kendime ve sesim odalarda yankılandı. Mesafeler, yollar, zamanlar ve mekânlar birbirine karışıp bu dünyaya bela oldu. İnsan serzenişlerde bulunabilir; sosyal bir harekettir. İnsan kendi rüyalarında yenilebilir, hayallerinde boğulabilir, yerini yadırgayabilir; hakkıdır ve belki de haklıdır.
Sezgilerin heba olduğu anlar var, kuşkuların bela olduğu günler var, insanın kendini hapsettiği yerler de var. Sonra bir gün maskeler düşer, anıtlar yerle bir olur, ahlar ve vahlar birbirini kovalayıp bir ömrü perperişan eder. Hayat böyle de bitebilir ve sonlara muhteşem fiyaskoları miras bırakabilir.
Tarihten koparılan sayfalar var, sayfaların içinde dehşet ve isyan, kader ve keder, insan ve hayvan ve silinmiş yaşamlar var. Neyse ki fısıltılar var ve yankılar. Bir gün bir dağ yamacında duymuştum; sırt sırta vermezsek tek tek sırtımızdan vuruluruz; ama itilmekle ama düşmekle.
Enkazımıza hayran hayran bakarak, kendimizi alkışlayarak, gelecek diye bekleyerek geçiyor her şey ve geçmiş oluyor ve ne gelen oluyor ne de giden. Hayretler içinde hayıflanarak kendimize serenatlar, gül bahçeleri, şatafatlar ve biraz toprak bırakıyoruz. Gittikçe insan, sekerek ya da vazgeçerek bir yerlere varabiliyor.
Varmakla var olmaya tebelleş olan günler, aylar ve yıllar ve insanlar. Yakından uzak görünenler, uzakların yakın bilinmesi bir takasa, bir de taklaya bakar. Değişmenin hükmü, değiştirmenin cazibesi ve hepsinin cesareti; daha lazım ve gelsin.
Dünler yok, yarınlar girdap, ömür bir metamorfoz. İhtişamla yıkılan bir dünyanın kıyısında köşesinde, zaman ve mekân hapsinde geçenler gelmedi bir daha. Haydut bir sıkılmak, harika bir düşmek ve yeniden başlamak güzergâhı, biraz da cesaret. Düşmekten korkmamak gerek denilen bir hayatın ucu, gün gelir herkese dokunur.
Engebeli hislerin çemberinde ve elden düşme bir dünyanın kalbinde yuvarlanıyoruz, dönüyor yıldızlar ve güneş ve ay. Birbirinden farklı hayatlar bir merkez buluyor ve geri kalan herkes dışarıda kalıyor. Biz diye başladığımız yolculuklarda ben diye delik deşik bir şey kalıyor. Sonrası izah, yetmediyse mizah ile sözcüklere biniyor duygular; bundandır noktalara düşkünlük, sonlara bağımlılık.
Yalnız bir ağacın aurası, yalnız bir dağın heybeti, yalnız bir rüzgârın serseriliği ve yalnız bir insanın serencamı dünyaya sorular gösteriyor, cevapları da dünyanın başına bela ediyor. İyiler ve kötüler ve daha beterler sırt sırta verip serbest düşüşler çağını ilan ediyor.
İstemeler yüzyılı, arzulanan geçmiş, olasılıklar ve bir günbatımı. İnsan insanı eskitiyor, unutuyor, tersi de bir anda karşıdan geliyor çünkü karşılaşmalar çağındayız ve sonuna kadar başa döneriz. Eksiler, bölmeler, eşitler ve bir dünya çarpım tablosu ve bir nihayet; ahlak nerede kendine yenilir; bu meçhul bir parantezdir.
Haftanın kitap önerisi: Mehmet Mahsum Oral, Gecenin Örtüsünde Güneş Lekesi / Everest Yayınları









