Olanların hıncı ve olacakların kaygısı birbirini kovalıyor kaç zamandır. Kavgalar, kahramanlıklar ve insanın isim taktığı türlü hayat ve hayatsızlıklar birer ruh gibi dolaşıyor aramızda. Biz birbirimizden düştük, düşlerimiz düştü ve her şey aslında düşünmekle yerini değiştirmişti.
Her şey sonradandı ve sonrasıydı. Başlarken, başında dururken, başındayken her şeyin, bir rivayet kulaklara gelir; Biz bir sürü yüzyılı alnımız dik kaybettik.
Uzun uzun anlattılar bize kısa kelimelerle. Kelimeler ki her biri bir tarih sayfası değiştirir, yalanları bir bir hizaya çekip kurşuna dizer. Öyleydi her şey, önce ses gelirdi, ardından sesin sahibi; silahlar, yasaklar ve ölümler. Biz zaten ölümlerle başlattık bu hikâyeyi, yaşamak yeniden yazılsın ve anlatılsın diye.
Kâh kırmızıydı gökyüzü, kâh kızıla çaldı yeryüzü ve biz onun altında ve üstünde aynı bakışlarla bekledik. Biz eskilerden beridir beklemekle meşhuruz, böyle biliniriz. Öyle öğrendik ve öğrettik biz de. Sonra yaşadık duyduklarımızı ve anlattıklarımızı, bir daha yaşanmasın diye. Evet, biz bazı cümleler kurduk ve o cümlelerin içinde saklandık.
Attığımız adımların mükâfatı yok, yarınları yok, sınanması hiç yok. Bazen hüzünler gelir, kendine bakar ve bu bakış yakınları uzak eder. Böyle heder olan ederlerimiz ve kederlerimiz yan yana yürüyor uçsuz bucaksız yerlerde. Biri der; beni al, beni götür, diğeri der; beni benden de alıp götür.
Hizalanmış hayretler, hassasiyetler ve hevesler birer cevaptır, bulunması da yıllar sürmüştür. Kadim yalnızlıklar, keşfedilmemiş aşklar, ayyuka çıkmış sevdalar ve yangınlar bir an gelir tüm soruları yakar. Bir sayfa böyle de çevrilir ve bir sayfa bu kadar dertli de yırtılıp atılır.
Yorgunlukları var insanın, yolları var hayatın ve yoklukları var dünyanın. Sayıların hükmü, tümcelerin aczi ve noktaların kaygıları kuşatmışken dünyayı ve dünyalıları, alıp vermiyor bazı yaşamları. Burası bu kadar olur diye bir hayıflanma, olur bu kadar burası diye bir hatırlama simalarda bize bakıyor. Biz bir şeyleri ve birilerini unutmalıyız diye bir ağıt da semalarda bize bakıyor.
Yaslara yaslandık, yasaklara aldandık ve alıştık. Her şey yavaş yavaş yapılıyordu, bunu da kanıksadık. Herkes her şeyi hızlandırdı sonra, bunu da alkışladık. Coğrafyalara matematik öğretildi, tarihlere çarpım tabloları gösterildi ve hepimiz kaybolduğumuz yerlere çarptık.
Yeri gelmiyor, yeni de gelmiyor ama avuntuların avuçlarında kırışıyoruz. Umutların tekrarı ve nakaratı var, umutların insanı mahveden bir geçmişi var. Uğurlu sayılan ne varsa, belaları da var. Bize umutlar ve uğurlar değil, anlar ve anların şahitliği lazım.
Bu hayatın riskleri var, bu dünyanın lüksleri var. Etimiz ve kanımız, ettiklerimiz ve kaldıklarımız dünyaya fısıldıyor; burası hisler ve sesler hapishanesi. Dünyanın dışında, hayatın içinde, havanın çemberinde her şey bir yersizliğe ve yetersizliğe tesir ediyor.
İnsan kendine gelmek istiyor, insanın kendine gelmesi zamanlar alıyor. İnsan kendinden kaçmak istiyor, insanın kendinden kaçması mümkün olmuyor. İnsan istiyor, istedikleri insan istemiyor. Böyle tezahür eden günlerin nişangâhında, herkes tek tek vuruluyor.
Haftanın kitap önerisi: Metin Aktaş, Nişancı / Dara Yayınları