Hayatın istikrarı ıslak bir zeminde yürüyor. Kaygan adımlar bir çemberin kopan halkası misali kendine bir yer arıyor. Serzenişler ve sessizlikler kol gezerken, yerinde sayan ve sanılan her şey bir hareket halinde. İnsan bir yerden başka bir yere giderken kendinden düşebilirmiş ve kendini kaybedebilirmiş.
Gitmekle değişen insan, dönmekle devrilen insan, bir de devşirilen insanlar var; her yerde adımlarının izi, ahlarının azmi, ahkamlarının derdi dolaşıyor. Geçmiş bir hayalet gibidir, çırılçıplak bir ruh ve ömür içinde bir seyyahtır ve ömrü heder etmeyi en iyi bilendir. İnsan öğrendikçe kendinden düşen bir şeydir ve uzaklaşandır. Tüm mesafeleri mesele etmeyen bir meseldir.
Yaşamak çare, ölmek çare, yaşayamamak çare ve yaralanmak da çare. Mitolojik zalimlikler kol geziyor, kabuslar hayatın içine karışıyor ve insan peyderpey azalıyor. Yokluğa serenatlar, tezahüratlar ve alkışlar lazım. Herkesin duyması ve duyurması da lazım.
İnsanın içi ile dışı arasında dünyalar, maskeler, zorluklar ve görevler var. İnsan aldanmakla meşhur oldu ve aldığını bırakıp gitmekle kapılar açtı. Sonra yollar ve pusulalar icat etti. Vardığımız yer varlığımıza yabancı bir virane oldu.
Kuşların cıvıltıları, rüzgârın ıslığı, taşın rengi, denizin kokusu ve insanın öfkesi bizi yerimizden ederek yersiz bırakıyor. Her şey tane tane birikiyor, sızıyor ve sızlatıyor. Geçip gidenler varmış, her biri birer efsaneymiş ve hayata yakışmazmış, yakarmış.
Bir harf değişince çehre de değişiyor, aura da, silüet de ve maskelerde. Soytarı bir çağın içinde yaşama sancısı ve uğraşı insanı kendinden uzaklaştırıyor ve kaybediyor. Unutmayı yeniden hatırlamak demişlerdi, hatırlamayı unutmak da diyebiliriz.
Sabahlar, akşamlar ve geceler insanı hem birleştiriyor hem de ayırıyor ve arındırıyor. Kaideler istisnaları teslim alıyor ve kendine hapsediyor. Yazgılar yazıldığı gibi okunmuyor ve çizildiği gibi görülmüyor. Her şey kendinden kaçma telaşında ve insan kaygıların ablukasında.
Hayatsızlık var ve herkese bulaşmış ölümcül bir hastalık gibi. Ederler ve beterler heder ediyor bizi. Mutsuz günler ve umutsuz yıllar yaşanıyor ve renk vermiyor hayata. Solan hayatlar, dökülen aylar ve gidip gelmeyenler mezarlığı burası, her yer çukur.
Bir zamanlar, eski vakitler, bir manzaranın içinde tüm bakışlardan uzak bir duvarda asılı kaldı. Yıkılmış geçmiş ve yakılmış gelecek bizi hiçbir yere götürmeyecek. Hayat bir savaş ve insan ölünce barışıyor dünyayla. Eski bir söylev yankılanıyor yine ve kimseler duyamasa da öğreniyor ve bu çok bilinen bir sır.
Zamanı geçmiş heyecanlar, zamansız aşklar ve ayrılıklar, mekansız kalmış hayaller her şeyin bir sonrasına davet ediyor bizi, muhteşem bir son için. Heybetini ve ihtişamını kaybetmiş yaşamak fikri, artık kimseyi cezbedecek bir yerde değil ve kimse de aramıyor.
Zannetmelerin eşiği var, eşitliği yok ama sonrası da var. Eşyanın tabiatı var, bir de tabiatın da eşyası var. Günler geçtikçe geçen bir şeyler var ve götüren şeyler de var. Hayat gitmekti, hep gitmekti. İlk başlangıçtan son ana kadar insan hep gider ve dünyayı da götürür. Gidenler, gidemeyenlerin kabusudur ve rüyasıdır, uyanmak lazım.
Haftanın kitap önerisi: Monika Maron, Animal Triste / Çeviren: Mustafa Tüzel, Alef Yayınları