Abdullah Öcalan’ın çağrısı, iç içe geçmiş iki içerikten oluşuyor. Aktüel içerik, ya da “demokratik uzlaşı” savaşın sebebi olarak anti demokratik rejimden demokrasiye geçiş ve bu temelde savaşın sona ermesi için PKK’nin silah bırakması ve savaş koşullarında oluşmuş olan örgütsel formel yapısını feshetmesidir. İkinci içerik ise ilkelerle ilgilidir.
Bu ilkeler devletle ve milletle ilgilidir. “Demokratik uzlaşı ile ilkeler arasında bir çelişki var mı?” sorusunu bu yazıda ele alacağım.
Çağrıda tartışma yaratan hüküm ve cümle, “ulus devlet, federasyon, idari özerlik ve kültürel özerklik”le ilgili önemli bir hüküm ile, “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın” cümlesidir.
Burada biz, Mussolini’nin zindanından “mektuplar” yazan Gramshi’nin üslup tarzına benzer bir anlatım görüyoruz. Bunu şöyle açıklayabilirim:
Öcalan’ın paradigmalarında kilit öneme sahip kavram “demokratik ulus” kavramıdır. Bu kavram etnisite temelinde, devletlerin yukarıdan aşağıya doğru inşa ettiği ulustan farklı bir ulus kavramıdır. Devletin dışında aşağıdan yukarıya doğru büyük “kültürel devrimci süreç” boyunca, bu mücadeleye katılanlar hangi etnik kökene sahip olursa olsun, hangi dili konuşuyor olursa olsun, hangi dine ve mezhebe inanıyor olursa olsun, bütün kültürlerden ve cinsiyetlerden insanların “tek bir ulus” olarak inşa edilmesi söz konusudur. “Ulus” kendiliğinden doğan bir toplumsal gerçeklik değildir. Fransız devrimiyle ortaya çıkan ulus devletler öncesinde “ulus” yoktu. Ulus öncesi milliyetler, etnik gruplar vardı. Bunlar genellikle bir arada yaşıyordu. Ulus; devletler ya da onlara karşı mücadele eden politik güçler tarafından “birleştirilen insan topluluklarıdır.” Devletler ya da onlarla çatışan politik örgütler bu insan topluluklarını “etnik temelde” birleştirip, etnik temelde nasıl uluslar halinde inşa etmişlerse, devletlere karşı mücadele eden bir örgüt de, aynı insan topluluklarını etnik, dini, cinsel olmayan temelde “demokratik ulus” olarak aşağıdan yukarıya doğru, “birleştire birleştire” inşa edebilir ve etmelidir.
Demokratik ulus, gerçekte ulus olmayan ulustur. Bu demokratik ulusun devleti de, adem-i merkeziyetçi bir “devlet olmayan devlet” olacaktır.
Hiç kuşkusuz “demokratik ulus” bir günde, örneğin devlet kararıyla kurulmayacaktır. “Demokratik uluslaşma sürecinde” gerçekleşecektir. Demokratik uluslaşma Türkiye sınırları içinde tüm Türkiye nüfusunu henüz kapsamadan Kürdistan’da inşa edilme sürecine girmiştir. Öcalan’ın önderliğinde PKK, politik-askeri bir örgüt olarak Kürdistan’daki nüfusu, Kürt ulusu olarak değil, demokratik ulus olarak inşa etmeye başlamıştır. Rojava’da PYD de aynı inşa sürecine öncülük etmektedir.
Bu sürecin belli bir aşamasında, “demokratik ulusun” inşa edildiği her bölge, devlete karşı “devlet, federasyon, idari özerlik ve kültürel özerklik” temelinde “geçici” olarak elbette örgütlenmek isteyecektir. Kazanımlarını demokratik bir ülkede koruyabilir. Diktatörlük ya da “red ve inkarın” hüküm sürdüğü bir yerde, kendi öz savunması için, siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel bir yapıya ihtiyacı vardır. Ancak bu yapı etnisiteye dayanmıyor, “demokratik ulusa” dayanıyorsa, bu artık bir “etnik ulusun” kendi kaderini tayin etmesi olmayacak, o bölgede yaşayan bütün nüfusun oluşturduğu “demokratik ulusun”, “hakim ulusa karşı değil, anti demokratik devlete karşı kendi kaderini tayin etme biçimlerinden” biri olacaktır.
“Demokratik uluslaşma süreci” yayılıp, derinleşince, nihai olarak Türkiye’deki, Irak’taki, İran’daki ve Suriye’deki tüm nüfus, yeniden “demokratik ulus” olarak inşa edildiğinde, böylece devlet “ulus devlet” olmaktan çıktığında, ne ayrı devlete, ne ayrı federasyona, ne ayrı özek yönetimlere, ne de ayrı kültürel özerkliğe ihtiyaç kalmayacaktır. Böyle bir gelişme sürecinin sonucunda, demokratik ulusun inşasına öncülük eden parti ve tüm politik örgütler de, öncü olmaktan çıkacak, “toplumla ve devletle bütünleşecek”, bir bakıma “parti olmayan partiler” haline gelecektir. “Devletle bütünleşmenin” mevcut anti demokratik devletle bütünleşme olmadığını söylememiz bile gereksizdir.
Eğer Apocu paradigmayı böyle anlarsak, o zaman “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır” cümlesinin derin bir içerik taşıdığını da anlamış oluruz.
Demokratik ulusa değil, etnisiteye dayalı “federasyon, özerklik” çözümleri “tarihsel toplum sosyolojisine” şundan dolayı cevap olamamaktadır: Çünkü etnisiteye dayalı federasyon ya da idari ve kültürel özerklik, bir “ulus devlet” maketidir, kendiliğinden “ulus devlete” dönüşme potansiyeli taşımaktadır. Türk ulus devleti, İran ulus devleti, Irak ulus devleti ve Suriye ulus devleti nasıl “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamışsa”, ulus devlet potansiyeli taşıyan, etnisiteye dayalı federasyonlar da idari-kültürel özerk yönetimler de tarihsel toplum sosyolojisine cevap olmayacaktır. Her ulus devletin içinde, her ulusa dayalı federasyonun içinde, her ulusa dayalı idari-kültürel özerk yapının içinde o ulustan, dinden, mezhepten olmayan toplumsal gruplar olduğuna göre, bu yapılar tarihsel toplum sosyolojisine, yani insanların birlikte yaşayabileceği bir yapıya cevap olamayacaktır.
Uzun zamandır yazdığım gibi, bu ulusa dayalı tüm devletler, şu anda küresel emperyalizm sisteminde hepsi birer bölgesel emperyalist devletlerdir ve ayrılarak kurulacak olan ulus devletler de, devlete dönüşecek olan federasyonlar, idari ve kültürel özerk yönetimler de, perspektif olarak, bugün için aynı karakteri taşıyacaktır. Sonuç tüm ulusa dayalı yapılar arasında pazar kavgaları ve savaşlardır.
Bu kadar teorik tartışma yeter.
Benim görüşüme göre, çağrı, bir yanıyla devlet ve PKK arasında politik bir uzlaşmayı içerirken, diğer yanıyla Apocu paradigmalara tutarlı olarak dayanmaktadır.
O nedenle birçok Kürdistanlı siyaset insanı çağrıyı “manifesto” olarak tanımlarken, sanırım çağrının özünde “gizli” olarak dile getirilmiş olan düşünceleri kast etmektedir.
Ben bu çağrının mantıksal örgüsünü, Antonio Francesco Gramsci’nin “Hapishane Mektuplarında” kullandığı “gizil” üslubun benzeri bir mantıksal örgü olarak görüyorum. “Dışı demokratik uzlaşma”, “İçi uzlaşmasız düşünce” olan bir harika çağrıyla karşı karşıyayız. Uzlaşmayla uzlaşmasızlığın diyalektik birliğinden söz etmiş oluyorum.