Eminim zaman zaman solumuşsunuzdur. Otobüs, dolmuş beklerken, tam önünüzde duran aracın egzozundan gelen gazları solumuşsunuzdur örneğin. Evde sobanızı yakarken kömür az tutuştuğunda genziniz yanıp nefes alamadığınız olmuştur; vapurdan, feribottan inerken aceleniz varsa iskelenin yerleşmesini sabırsızlıkla beklerken sizi boğan egzoz gazına razı olmuşsunuzdur belki.
Eğer Aydın’da yaşıyorsanız ya da Elbistan’da, Hereke’de, İzaydaş’da; JES (jeotermal enerji santralı)’in atmosfere yaydığı su buharının içinde göremediklerinizi, termik santral, çimento fabrikasının bacasından salınan partikül maddeleri, tehlikeli atık yakmadan salınan dioksinleri ve bilinmeyen kompleks gazları her gün solumaya devam ediyorsunuzdur. Dilovası’ndan geçerken eminim burnunuzu, ağzınızı kapatarak nefes almadan geçmişsinizdir. Zehirlenmemek için değil o kokuyu duymamak içindir çabanız.
O fabrikalarda çalışıyorsanız burnunuzu kapatmaya bile gerek duymazsınız, üretimin emisyonları çoktan alışkanlık yaratmıştır sizin için. Oysa bedeniniz/bedenimiz alışamamaktadır bu duruma. Doğa bedenimizdir ve o, tıpkı doğal ortamda olduğu gibi bu emisyonları hava ile birlikte alır; bedenimize giren her bir kirletici, solunum organlarında farklı farklı şekillerde tutulur, çözülenler yoluna sindirim organlarında, kanda devam eder. Zehirlilik etkisini/ zararını herhangi bir noktada oluşturur. Çünkü bedene girenler onun doğası için yabancı ve zararlıdır. Soluğu bazen hastanelerin acil servisinde alırız, bazen hekimler nedenini bilseler de yakalandığımız hastalığı tanımlamak için aylarca uğraşır. Etkileri nesiller aşıp; doğan bebeğin ilk kakasında ya da annenin sütünde açığa çıkıverir.
Ne yazık ki bu süreç hepimizin yaşamını giderek daha fazla tehdit etmekte. Etkisi burnumuzu, ağzımızı, gözümüzü kapatamayacağımız, umursamaz olamayacağımız kadar yaşamımızı sarmalamakta, tehdit etmekte.
Bugün size aktaracağım durum Bursa Kestel’den. Namıdiğer yeşil Bursa’dan. Yeşil denince akla ormanlar gelir, oksijen algısı o an çam ağaçlarının arasına taşır bizi, sanki temiz havayı içimize çekeriz, algımızla ferahlık oluşuverir aynı anda. Öyledir o an hissettiklerimiz. Artık Bursa’da gökyüzü berrak değil, havası da oksijene doygun değil. Betonun solgun renkleri, sanayinin bacaları arasından ormandan kalanları da, kentin belleğini, tarihini de görebilmeniz, yaşayabilmeniz mümkün değil.
Kestel’de kent sanayinin, sanayi kentin içine gömülmüş. Okulun camını açınca bahçenin öte yanındaki sanayinin baca gazını solumak istemediğini söylüyor genç bir öğrenci, sözlerini -ölmek istemiyorum- diye bitiriyor. Mahallelinin; etrafını saran 2 organize sanayi bölgesinin, 400’den fazla sanayi kolunun atıkları için başvurmadıkları idari yapı kalmamış, tehlikeli atık yakan çimento fabrikasına mahkeme de açmışlar ve yürütmeyi durdurma kararını almışlar. Ancak fabrika hala tehlikeli atık yakıyor mu yakmıyor mu bilmiyorlar. -Filtreler çalışsındiye yürüyüş yapmışlar, o dönemde; fabrikalar, gündüzleri atık salınımı azalmış gece vermeye devam etmiş. Şimdilerde ne gece ne gündüz fark etmiyor gökyüzünü griye, siyaha boyayanlar için. Atık sularını ise pervasızca Mandras Deresine vermeye, orada yaşamaya çalışan su canlılarını öldürmeye devam ediyorlar. Zehir saçmak sanki haklarıymış gibi, onları destekleyen, görmezden gelen tüm kurumlarla birlikte Kestel’i Gürsu’yu, Bursa’nın doğasını, hayvanını, ormanını, halkını zehirlemeye devam ediyorlar.
Kestel’de Elmalık Mahallesi’nin kadınlarını yaşadıkları bu zulme son vermeye kararlılar. Geçtiğimiz hafta mahalleli ile toplanıp -Bu gidişatı biz sonlandıracağız- diye mahalle meclislerini oluşturdular. İşçilerin, kadınların, gençlerin çoğunlukta olduğu mahalleli, bundan sonra aralarında belirledikleri denetçileri ile tüm atık salınımlarını belgeleyecek, ne yapacaklarına birlikte ortak karar verecekler, tespit ettikleri suçluları deşifre edecekler, zehirlenmeye karşı mücadelelerini sürdürecekler, ta ki Kestel’de yaşam özgürleşene kadar.