27 Şubat deklarasyonu üzerine çok fazla değerlendirme yapılıyor. Herkes işin bir noktasını kendi durduğu yerden değerlendiriyor. Süreci anlamaya ve açıklamaya çalışan her çaba son tahlilde bir zeminden yürütülüyor. O zemin siyasal, sınıfsal ve ideolojik bir arka plana sahip. Olan biten çok hızlı yer yer şok edici yer yer baş döndürücü olduğu için arka plandaki bu küçük ayrıntı unutuluveriyor. O unutulanı arada birbirimize hatırlatmamız gerekir.
Öncelikle belirtelim ki olan bitenleri şahıslar yürütüyor, tikel insanlar olarak sürece dahil oluyorlar evet ama son tahlilde bütüne varmamız gerekir: Şahıslar yok ideolojiler var, sınıflar var. Genel geçer tutumlar yok siyasi tercihler var. Kişisel duruşlar yok, grup çıkarlarının dile gelişi var.
Reel politikada konumuz ne olursa olsun neticede iki türlü savrulma kendisini her fırsatta her olayda her olguda açığa çıkarıyor. Birincisi ulusalcı savrulmadır ki siyasal pratik olarak devletin bir kanadının güvenli kollarına dayanarak hem kendisine sağlanan konfor alanında kendisini güvene alır hem de akıl verme müessesesi olarak bolca fikir üretir. Üretilen bu fikirlerin ezilen ulusa akıl vermek, ezilen ulusun siyasal mücadelesinin defolarını mesafelenme gerekçesi yapmak ve ezilen ulusla stratejik ortaklık kurmaya çalışan sosyalistleri yermek, gerektiği anlarda liberallikle suçlamak.
Bu ulusalcı çizgi kökenini Kemalist aydınlanmacılıktan alıyor. Ulusalcılığın tarihsel kökleri ülkenin kuruluş kodlarına dayanıyor ve ilk TKP’den ilk TİP’e oradan 68 kuşağına, 68’den 12 Mart ve 12 Eylül sonrası geleneklere taşıyan bir çizgiyi izleyerek günümüze kadar geliyor. Bu çizgi ülkenin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in neoliberal dünyayla beraber girdiği tarihsel krizin etkisiyle sol içerisinde kendisini yeniden ve yeniden üretiyor.
Ulusalcılığın duygu dünyası, düşünce yapısı ve nihayet davranış örüntüsü hep aynı döngüyle açığa vuruyor kendisini: Kürtlere kızgınlık, Kürtlerin emperyalizme bağlılığı ve son tahlilde kahinlik. Bu iş olmaz, o iş de olmaz, o hiç olmaz, bu da olmaz… Halbuki olgular olasılıklarla yüklü olduklarından siyaset tren hattı basitliğinde yapılmaz. Ancak siyaset yapmayı hep önceden tahmin yürütmek ve elini taşın altına koyup hiçbir şey yapmaksızın tahmininin doğrulanmasını beklemek sanan hastalık, olaylar ve konular değişse de kendisini sürekli yeniden üreten bir hastalık.
Diğer savrulma ise yine egemenlik sisteminde bir başka odak olan sermaye sınıfının güdümünde konumlanır. Eğilim olarak onun da kökenleri eskiye dayansa da reel sosyalizmin çöküşüyle beraber yoğun bir devlet eleştirisi, uzun uzadıya yapılan açık toplum tartışmaları, devletlerin egemenlik alanlarının küçültülerek sivil toplumun geliştirilmesi için mücadele edilmesi gibi özgün bir siyasal evrene sahip bu eğilimde sınıflar pek de görünür ya da önemli değildir artık.
Sermayenin toplumsal rızasının sola ve halk güçlerine yayılması için canla başla mücadele veren liberal soldan bahsediyoruz. Devleti kendinden menkul, sınıflara eşit mesafede gören ve onun hukuk ideolojisini sorgulamaksızın benimseyen bu anlayış devletin doğasını unutuyor ve siyaseti sınıfların çıkarları doğrultusunda yapılan bir faaliyet olmaktan kopartıyor.
İşte 27 Şubat deklarasyonu sonrası yine aynı noktadayız. Olay son derece yeni ve neler olacağına dair çok fazla fikrimiz yok. Ama süreci belirlemeye çalışan siyasal eğilimlerin oluşturduğu olgular çok eski. Tıpkı Ergenekon soruşturmalarında açığa çıkan eğilimler gibi, tıpkı 2010 referandumundaki tartışmalardaki eğilimlerde yaşandığı gibi…
AKP’li egemenler ile TSK kökenli egemenlerin bitmek bilmeyen devlet içi mücadelelerin belirlediği bu kamplaşma günümüze kadar kendisini her kritik momentte yeniden üreterek geldi. Şimdi bu iki tarz-ı siyaset yine devrede ve yine tüm ortamı belirleme peşindeler. Bir tarafta kibirli, Kürtfobik ve ulusalcı sol aydınlarımızın korosunu dinliyoruz: Kürtler hem AKP tarafından oyuna getiriliyormuş hem de Erdoğan’ın yeniden seçilebilmesi için Erdoğan’a koltuk değneği oluyorlarmış.
Diğer tarafta son derece iyimser liberallerimiz var. Devlet sonunda hatasını anlamış olacak ki birden tavır değiştirmiş ve Kürt halkının varoluşsal haklarını tanımak istemiş iyimserliği hâkim. İyimserlik dile fazlaca yansımış ve geçmişe bir sünger çekilerek devletin kodları da geçmişte yaşanan onca şey de birden silinivermiş.
İşte bu noktada üçüncü tarz-ı siyasetin halklara karşı ödevi açığa çıkıyor. Siyaseti devletçi ve sermayeci kamplara hapseden ve yalnızca onların görünür olmasına isyan eden halkçı demokratik çizgiyi kurmak. Kürt halkıyla stratejik ittifakın koşullarını zorlayan, liberal sol ya da ulusalcı sola mesafe koyarak sürecin halkçı bir çizgide seyretmesi için koşulsuz mücadele edecek olan sosyalist solun bu eksen için çalışması gerekiyor.
Bekleyip görecek, egemenlere güvenecek ya da süreci dışarıdan eleştirecek bir lüksümüz yok. Süreç başarısız olursa herkesi ezecek bir ortama gireceğiz.