Yaşadığımız coğrafyada hepimiz için yeni bir süreç başladı. Aslında çok uzun yıllardır devam eden bir çatışmalı sürecin belki de sonuna geldik. PKK hareketi önderi Abdullah Öcalan, Kürt hareketinin artık silahlı mücadeleyi durdurması gerektiğini açıkladı ve bir çağrı yaptı. O çağrının ardından neler olacağı ya da bu çağrı sonrasında çağrının gerektirdiği gelişmelerin nasıl olacağı ya da bu çağrıyla birlikte barış sürecinin içinin nasıl doldurulacağı herkes için merak konusu. Aslında insan hakları savunucuları olarak bizler barış çağrılarını sürekli destekledik, hep barışçıl çözümün yanında olduk. Gerçekten de geldiğimiz çağda ve bizim yaşadığımız coğrafyada silahsız çözümün mümkün olduğunu yıllar boyu dile getirdik ve bu konuda çeşitli kampanyalar yaptık. Tabii bu kampanyalar zamanında yeterince destek görmedi. Çünkü çatışmalı ortam devam ediyordu. Ama şimdi önümüzde yeni bir süreç var. Bu sürecin yükseltilecek taleplerle içinin doldurulması gerekiyor. Bunun içinde çok sayıda kişi, kurum ve örgüte, siyasi partiye görevler düşüyor. Tam da yüksek sesle talep etme dönemini yaşıyoruz.
Her şeyden önce infaz sisteminde eşitsizlik var. Bu nedenle cezaevinde siyasi mahpuslar, adli mahpuslardan çok daha fazla hesaplanan infaz süresiyle cezaevinde kalmaya devam ediyorlar. Siyasi mahpusların çok büyük bölümü sadece düşünceleri nedeniyle yargılanıyor. Bu nedenle de her şeyden önce siyasi mahpusların serbest bırakılmaları için kampanyaların yükseltilmesi zamanı.
Tabii bu arada belirtmek gerekir ki hasta mahpusların durumu her şeyin önünde, her talebin önünde yer alması gereken bir talep. Gerçekten bugün cezaevlerinde 2000’e yakın hasta mahpus var. Bunların bir kısmı ölümcül durumda hasta ve birçoğu da zaten önceki dönemlerde adeta ölerek cezaevinden çıktılar. O nedenle özellikle hasta mahpuslar konusunda devleti adım atmaya zorlamak gerekiyor. Bu artık bir zorunluluk. Adli Tıp Kurumu’nun tek resmi bilirkişi olarak tıp etiğine aykırı biçimde verdiği raporlarla ölümcül hastalıklara maruz kalan birçok mahpus cezaevlerinde kalmaya devam ediyor. Mademki biz yeni bir sürece girdik bu sürecin ilk işlerinden biri de hasta mahpusların serbest bırakılmaları olmalı.
Cezaevlerinde mahpusların serbest bırakılmasının dışında çok fazla hak talebimiz var. Türkiye Cumhuriyeti devleti, kendi iç hukukunun üzerinde kabul ettiği birçok uluslararası sözleşmeye imza atmış. Aslında bu sözleşmelerle insanların yaşama hakkı başta olmak üzere çok sayıda hak talebi garanti altına alınmış durumda, ancak Türkiye Cumhuriyeti devleti bir hukuk devleti olamadığı için bu sözleşmelerin gereklerini yerine getirmiyor. En azından kendi imzasına sahip çıkmakla başlayabilir bu sürece. Yani altına imza attığı sözleşmeleri uygulamaya koyarak başlayabilir. Her şeyden önce kadınlar olarak bunu talep etme hakkımız var.
Yaşadığımız coğrafyada özellikle Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesinin ardından kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki büyük artışı görmemek mümkün değil. Devlet dilinin sertleşmesi, nefret üretmesiyle birlikte kadına yönelik şiddette de büyük bir artış gözlendi. Bugün yaşamımızın her alanına müdahale eden erkek egemen, feodal ve militer anlayış tüm toplumu kuşatmış durumda. Özellikle televizyonlarda izlettirilen filmlerle aile kutsallaştırılıyor, erkek egemenlik tüm topluma dayatılıyor. Bunun değişmesi gerekiyor. Kadına yönelik şiddetin ardında yatan erkek egemen namus anlayışının tartışmaya açılması gerekiyor. Yine hepimizin bildiği gibi hazırlanan bir kanun taslağı ile LGBTİ+’lara yönelik örgütlenen nefret, yasal bir kalıp içine sokularak adeta LGBTİ+’ların yaşama hakkı ellerinden alınacak duruma getirilmek isteniyor. Bu nedenle de demokratikleşmeden, sivilleşmeden söz eden, bunları talep eden her kesimin LGBTİ+’lara yönelik bu nefreti örgütleyen yasa taslağına hep birlikte, yüksek sesle karşı çıkması gerekiyor.
Çatışmaların bitmesi, savaşa harcanan paranın engellenmesi, insanların hayatlarının daha düzgün bir şekilde yaşamalarına neden olacak. Ekonomi canlanacak. Her şeyden önce savaşın bitmesinin ekonomik yıkımla da olumlu anlamda bir bağlantısı olacak. Soframızdaki ekmeği çalan bu savaşa karşı en çok sendikaların ses çıkartması gerekiyor. Barış sürecinde seslerini en çok yükseltmesi gereken kesimlerden biri de sendikalar. Bunun hala çok da yeterli olmadığını görüyoruz. O nedenle barış sürecinin desteklenmesi konusunda sendikaların üzerlerine düşen görev konusunda daha netleşmeleri gerekiyor.
Devletten adım atmasını, imzaladığı sözleşmelere uygun davranmasını demokratik ve sivil adımlar atmasını istemek hepimizin hakkı ve böyle bir süreçte daha da çok hakkımız. Sesimizi son derece yüksek bir biçimde çıkartmamız gerekiyor. Bu bir görev. Bu ileride hayatımızın daha rahat yaşanabilir olması, bizden sonraki nesillerin daha umutla yaşama tutunmaları açısından son derece önemli. Bu nedenle de hepimiz üzerimize düşen görevleri yapmak durumundayız.
Savaşa hayır, barış hemen şimdi derken onurlu bir barışın geleceğini oluşturmak üzere atılacak her türlü adımın arkasında bizim mücadelemizin olacağını unutmamak gerekiyor.