İran ve İsrail rejimlerinin savaşı iki karanlık kutup yaratıyor. Sosyalistlerin görevi, bu iki kutbun dışında halkların cephesini, yani üçüncü cepheyi kurmaktır. Bu cephe, savaşın kazananı olan kapitalistleri değil, savaşın kurbanı olan halkları merkeze alır
Deniz Altun
İran molla rejimi ile İsrail Siyonist devleti arasındaki savaş beklenildiği üzere patladı. İsrail’in, İran’ın nükleer kapasitesini “tehdit” olarak gösterip gerçekleştirdiği saldırı, yalnızca İran’la sınırlı bir çatışma değil, tüm bölgeyi kapsama potansiyeli taşıyan emperyalist-gerici bir savaşın yeni aşamasıdır. Filistin direnişinin ezilmesiyle başlayan bu savaş zinciri Lübnan, Suriye, Yemen üzerinden İran’a ulaşırken, ABD emperyalizminin çıkarlarına bağlanarak şekilleniyor. Ne var ki savaş sadece tek taraflı saldırganlıktan ibaret değil; İran rejimi de Çin ve Rusya’nın desteğiyle, bölgesel bağlaşıkları üzerinden emperyalist sistem içinde kendi yerini koruma ve büyütme derdinde. Taraflar bölge halklarının değil, kendi egemen sınıflarının çıkarları için çatışıyor.
Bu savaş, kapitalist-emperyalist sistemin çürümüşlüğünün ve bölgesel gericiliğin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Sosyalist hareketin bu tabloda konumlanışı ise alarm verici bir bilinç kaybına işaret etmektedir. Sosyal medya tepkileri ya da bazı sol- sosyalist güçlerin açıklamaları incelendiğinde görülen odur ki, İsrail siyonizmine karşı çıkmak, İran rejiminin pratikteki pozisyonunu görmezden gelmeye, hatta dolaylı ya da doğrudan desteklemeye meyletmektedir. Bu, enternasyonalist sosyalist siyasetin teorik ve tarihsel ilkelerinin inkârıdır. Halklar ve emekçiler kendi egemen sınıflarından bağımsız bir çizgide örgütlenmesini sağlayamadığı sürece, sermaye ve iktidarın kanlı hesaplaşmalarına yedeklenmekten kurtulamayacaktır.
Savaşın doğasını doğru tanımlamak
Savaşın güncel tetikleyicisi İsrail’dir. ABD emperyalizminin bölgedeki koçbaşı olarak hareket eden İsrail devleti, İran’ı hedef alarak yeni bir dizayn sürecini başlatmıştır. Ancak bu sürecin karşısında yer alan İran rejimi de halkçı, ilerici ya da devrimci bir odakta durmamaktadır. Aksine; otoriter, teokratik, halk düşmanı bir devlet aklıyla hareket etmekte, kendi yayılmacı siyasetini Şii eksenli bağlaşık güçler üzerinden inşa etmektedir. Bu yönüyle İran da emperyalist-kapitalist sistemin bir dişlisidir. Dolayısıyla bu savaşta halkların safı, ne İsrail devleti ne İran rejimidir.
İran’daki halklar, işçiler, kadınlar, gençler yıllardır hem molla rejiminin baskıcı politikalarına hem de emperyalist müdahalelere karşı mücadele yürütmektedir. Sosyalistler açısından tutum net olmalıdır: Bu savaş, iki gerici gücün, halkların sırtından sürdürdüğü bir çıkar savaşıdır. Sosyalistler bu savaşta taraf olmaz; bu savaşı reddeder, kendi ülkelerinde ve bölgesinde egemen sınıflara karşı mücadeleyi büyütür.
Doğru yaklaşımın güncel örnekleri
Bu karmaşık ve baskıcı atmosferde devrimci tutumlar elbette mümkündür. İran’daki iki farklı politik gücün açıklamaları bu konuda örnek alınacak düzeydedir.
Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK), yaptığı açıklamada savaşın halklara bir kurtuluş vaat etmediğini, bunun “güç ve çatışan çıkarlar savaşı” olduğunu vurgulayarak İran halkına savaş ile diktatörlük rejimi arasında seçim dayatılmasını reddetmiştir. PJAK’ın şu tespiti özellikle dikkat çekicidir: “Bu, halklar ve uluslar için bir kurtuluş savaşı değil, güç ve çatışan çıkarlar savaşıdır. İran halkının acılarını hiçe sayan, İslam Cumhuriyeti’nin yayılmacı ve savaş çığırtkanlığı politikalarının bir sonucu olarak patlak verdi.”
PJAK, savaşın karşısına halkın öz gücünü ve demokratik mücadelesini koymakta, “Jin, Jiyan, Azadî” devriminin yeni bir aşamasına geçiş çağrısı yapmaktadır. Halkların özyönetimini, yerel dayanışma yapılarının inşasını, kadın özgürlüğü eksenli bir demokratik geçişi önermektedir. Bu, sadece doğru bir savaş karşıtlığı değil, aynı zamanda halkçı, devrimci bir çıkış çizgisidir.
Diğer yandan İran Komünist-İşçi Partisi lideri Hamid Taqvaî de savaşın iki terörist devlet arasında yürütüldüğünü, çözümün bu rejimlerden birini ya da diğerini desteklemek değil, İran halkının kendi cellatlarına karşı mücadelesini büyütmek olduğunu açıkça ifade etmektedir: “Bu, iki terörist devlet arasındaki bir savaştır. Ancak bu savaşa devrimci ve insani bir yanıt, yalnızca teröristlerin savaşına karşı olmakla sınırlı olamaz. Kararlı bir karşı koyuş gereklidir.” Taqvaî, savaşın gölgesinde halk muhalefetinin bastırılmasına izin verilmemesi gerektiğini vurgularken, çözümün halkların doğrudan eyleminde ve İran rejiminin yıkılmasında olduğunu ilan etmektedir.
Bu iki örnek, savaşın karşısında pasifist ya da tarafgir olmayan, halkçı bir devrimci hattın nasıl inşa edilebileceğini gösteriyor.
Devrimci çıkış olasılığı
Kürtlerin ya da sosyalistlerin özgün çıkarlarının, İsrail’in İran’ı zayıflatması bağlamında İsrail’le; ya da Filistin halkının İsrail’e karşı yeniden toparlanma çabası içinde İran’la fiili çakışma yaşaması, sürecin doğası gereğidir. Sorun, bu çatışmaları devrimci bir sıçramanın ve gerçek bir barışın zeminine çevirmektir.
Lenin, savaşan emperyalist güçlerin birbirine üstünlük kuramadığı I. Dünya Savaşı koşullarında şöyle yazar: “Bütün hükümetler birbirlerini çıkmaza sürükledi. Her biri başka birini öldürmeden kendini kurtaramaz durumda. İşte bu, bizim için en uygun andır.”
Bugün de İran ve İsrail’in karşılıklı tıkanmışlığı, halklar için kendi mücadelelerini geliştirecek bir boşluk yaratmaktadır. Bu çatışma, ezilenlerin yeni bir devrimci müdahalesine imkân tanıyan tarihsel bir açıklıktır. Ve bu açıklıkta enternasyonalistler silahlarını bir başka halka değil kendi egemenlerine çevirendir.
Biraz hafıza
Sosyalist hareketin savaş karşısında nasıl konumlanması gerektiği tartışması tarihsel olarak Birinci Dünya Savaşı’nda keskinleşmiştir. İkinci Enternasyonal’in büyük partileri “vatan savunması” yalanıyla kendi burjuvazilerinin savaşına katılmış, sosyalist ilkeleri rafa kaldırmıştır. Oysa Lenin’in önderliğinde geliştirilen çizgi bambaşkadır: “Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştür!”
Bu ilke, işçilerin ve ezilenlerin kendi egemenlerine karşı mücadele etmesini, savaş krizini devrimci müdahale fırsatına çevirmesini hedefler. 1917 Ekim Devrimi bu perspektifin sonucudur. Savaşın doğasını doğru anlamadan barış talep etmek yetmez; halklara kendi egemenlerine karşı mücadeleyi örgütlemek gerekir.
Ne yapmalı?
Bugün İran-İsrail savaşı karşısında sosyalist tutumun ilkesel çerçevesi nettir:
Bu savaşın hiçbir tarafı halkların özgürlüğü için savaşmıyor. İsrail siyonizmi ve İran teokrasisi arasında saf tutmak, halkların geleceğini rehin alan güçlere meşruiyet vermektir. Sosyalist hareket, halkların kendi öz güçlerine dayanarak hem emperyalist saldırılara hem de yerli despotlara karşı mücadelesini örmelidir.
Tıpkı PJAK’ın önerdiği gibi yerel halk meclisleri, özsavunma komiteleri, dayanışma ağları kurularak savaşın halklar üzerindeki yıkımı durdurulabilir. Tıpkı İran Komünist-İşçi Partisi’nin çağrısında olduğu gibi, savaş vesilesiyle halkın sesini kısmaya çalışan rejimlere karşı tüm alanlarda örgütlü halk mücadelesi yükseltilmelidir.
İran ve İsrail rejimlerinin savaşı iki karanlık kutup yaratıyor. Sosyalistlerin görevi, bu iki kutbun dışında halkların cephesini, yani üçüncü cepheyi kurmaktır. Bu cephe, savaşın kazananı olan kapitalistleri değil, savaşın kurbanı olan halkları merkeze alır. Barış ancak bu halk cephesinin güçlenmesiyle mümkün olacaktır. Bugün yapılması gereken, her ülkede sosyalistlerin kendi egemen sınıflarına karşı örgütlenmesi ve halkların ortak geleceği için enternasyonalist dayanışmayı büyütmesidir. İşte bu çizgi, dün Ekim Devrimi’ni mümkün kılan, bugün ise “Jin, Jiyan, Azadî” devrimini büyütecek olan çizgidir.