Köy toplumları doğalında ekolojik olduklarından dolayı özel olarak kavramsal ve kuramsal ölçülere, ilkelere dönüşmüş bir ideoloji sorunu da yaşamazlar. Yaşadıkları gibi düşünür, düşündükleri gibi de uygularlar. Bu bakımdan bilgileri, bir laboratuvar teknikerinden veya filozofundan daha bilimsel ve daha doğrudur. Çünkü kullandıkları duygusal zekalarıdır ve dolayısıyla duygusal zekada bilgi sıfır hatayla çalışır. Belki de yaptıklarına özel bir anlam verme ihtiyacı yaşamadıkları gibi öyle bir dertleri de olmamıştır ama hani Marx’ın ünlü “bilmiyorlar ama diyalektiği en iyi köylüler uyguluyor” sözünde oldu gibi çok yüksek bir bilinç düzeyleri de vardır. Nitekim tarihin o muazzam devinimi bu bilinç düzeyinin derinliğini de gösterir.
Bilimsel bilgi yöntemine göre öğrenme yöntemleri oldukça da basittir. Doğayla iç içe olduklarından sadece doğayı taklit ederek öğrenmiş olurlar. Ama bütün bu basitliğine ve sadeliğine rağmen temel doğruları da öğrenirler ve onun için bilgileri hatasız doğrular olarak tanımlanır. İşte bu doğruların gücünü ağacına, suyuna, toprağına ve yaşam alanlarına dönük saldırılar karşısında yaşadıkları direnişlerde de görmek mümkündür. Adeta tırnaklarıyla toprağa yapışır gibi sarılmalarının ardındaki direnme gücünü başka bir dille veya anlatımla izah etmek adeta mümkün değildir. Hem de şehirliye, kendisini bilmiş sanan cahilliğe karşı müthiş direnme iradesi ve gücü yaratmaktadırlar.
Yakın tarihimiz bile bunun yakıcı örnekleriyle doludur. Devletin köy yakma ve boşaltmalarında 90’lı yılların halk hareketleri tamamen böyle hareketlerdir. Bergama köylülerinin direnişi, Karadenizli anaların iş makinalarının önüne kendilerini atışı hafızalarımızdaki yerlerini koruyan canlı direniş örnekleridir. Dolayısıyla bütün bu direnişler insanda oluşmuş olan ekolojik bilinçten bağımsız tarif edilemezler. Hatta belki de çoğuna “ekoloji nedir?” diye sorsak tarif edemezler ama toprağın, doğanın isyana durmuş hali olarak dişle, tırnakla direnirler. Savunmasız bedenlerinden ve dillerindeki toprağa bağlılıkların başka hiçbir şeyleri yoktur. “Benim dedemin, dedesinin dedesi; onun da dedesinin dedesi bu topraklarda yaşadı” derken bile kocaman bir tarih serüvenini özetlemiş olmaktadırlar.
Bundan daha ileri bir ideolojik güç yani moral kaynağı var mıdır acaba? Hangi tarihçi veya ideolog bu büyük hakikati yadsıyabilir ki? Bundan başka tarihsel olarak kendimize dayanak yapacak, kendimizi anlamlı kılabilecek başka bir dayanağımız var mıdır? Elbette buna ağız dolusu bir hayır diyeceğiz. Toplumsal ekoloji gücü olarak kendimize bundan başka bir geçmiş ve gelecek tanımayacağız. Resmi tarihçilerin varlığından hiç bahsetmedikleri, hatta Rêber Apo’nun “bu tarihin sahiplerinin varlığından ya hiç bahsetmezler ya da onları bir anarşi grubu, hikmeti olmayan kalabalıklar, amaçları için her istismara layık sürüler olarak görürler” dediği gibi tarihimiz otuzbin yıllık amansız sürdürülen mücadele geçmişine dayanmaktadır.
Dolayısıyla amaç olarak da demokratik ve ekolojik toplum inşamız ancak ve ancak böyle bir tarih perspektifi üzerinden anlam bulabilir. Anlamlı bir tarih ve anlamlı bir yaşam ise anlamın derinliğindeki soyluluk kadar yüce amaçlarla buluştuğu zaman bir hakikate dönüşür. Bu da ancak güçlü bir tarih bilinci ve ekolojik zihniyet yapılanmasıyla güçlendirilmiş ideolojik mücadeleyle sağlanabilir. Doğa tüm döngüselliğiyle bunu insanlığa bahşetmektedir. Tüm bunlar doğada hazır halde vardırlar. Bize kalan sadece bu hazır olanı doğru almayı bilmektir. Karıncasından aslanına; yaban bitkilerinden kültür bitkilerine kadar her şeyden insanın öğrendiği, daha da öğreneceği şeyler vardır. Çünkü yaşamı anlamlı kılan, anlama içerik kazandıran her şey doğadandır.
Bu kadar yaratıcı olan bir varlık karşısında insanın da aynı oranda yok edici özelliği olmasının da tarihsel, toplumsal nedenleri vardır. Bunun da en başında doğayı nesne, kendisini ise özne yerine koyan Darwinci evrim teorisi gelmektedir. Darwin evrim teorisi özne-nesne ayrımıyla tüm sosyal bilimlere yön verdiğinden daha başından teorik ayrımlarımızı da buradan başlatmak zorundayız. Çünkü doğadaki çokluklar ve ikilemlerin yerine özne-nesne ayrımını ikame etmek daha baştan teorik çerçeveyi sorunlu kılmaktadır.
Ekolojik yıkım ve kırımın arka planında olan bu gerçeği görmezsek doğru bir ekolojik mücadele yürütemeyiz. Onun için Rêber Apo’nun “Ekolojik bilinçten yoksun bir toplumsal bilinçlilik, reel sosyalizm olgusunda da görüldüğü gibi çözülmek ve yozlaşmaktan kurtulamaz. Ekolojik bilinç temel ideolojik bir bilinçtir. Felsefeyle ahlâkın sınırları arasındaki köprü gibidir. Ekolojiyi ve feminizmi geliştirdikçe, ataerkil-devletçi sistemin tüm dengeleri bozulmaktadır. Gerçek bir demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ancak kadın özgürlüğü ve çevrenin kurtuluşu amaçlandığında bütünlük kazanabilir. Ancak böylesine bütünleşmiş yeni bir toplumsal sistem mücadelesi güncel kaostan çıkışın en anlamlı biçimlerinden biri olabilir” dediği gibi kendimizi denge bozucu haline getirebiliriz.