Gazetemizde 14.01. 2025 de yayınlanan “İlk adımı beklerken” yazımda şöyle demişim: “Türkiye emperyalist “Batı” tarafından “gözetmekle” görevlendirildiği Yeni Suriye’nin içine girdikçe, “orası” ile “burası” arasındaki zaten uzun zamandır yaşanan karşılıklı akış hali hem farklı alanlara yayılıp dallanıp budaklanıyor hem de hızını ve yoğunluğunu arttırıyor.
Sınırlar iyice geçirgenleşmişti, şimdi neredeyse buharlaşıyor. Öyle gözüküyor ki, maddi-coğrafi sınırlardan şimdi de siyasi ve toplumsal sınırların geçirgenleşmesine doğru gidiliyor. Etkileşim o kadar hassaslaştı ki, Suriye’de olup bitenler hızla Türkiye’yi etkiliyor. Üstelik henüz yolun başındayız, etkileşimin çok daha fazlasını önümüzdeki aylarda yaşayarak göreceğiz.
İki ülkenin devletlerinin uzun on yıllardır çözümsüz bırakarak despotik baskı altında kördüğüm hale soktukları sorunları birbirine benzediği için etkileşim çok doğrudan yaşanıyor. Evet, Türkiye’de kapitalizmin gelişme derecesi çok daha gelişkin olduğu için sorunlar farklı biçimlerde ve yoğunlukta yaşanıyor, yine de iç içe geçtikçe benzerlikler açığa çıkıyor.”
İşte, olayların hızı sürekli arttığı için henüz fazla zaman geçmeden gelişmeler tam da böylesi bir zemine yerleşiverdi. Türkiye mi Suriye’ye müdahale ediyor, yoksa Suriye mi Türkiye’nin içini karıştırıyor diye sorsak, sanırım hepimiz “ikisi birden” diyeceğiz.
Gerçekten de öyle değil mi?
İki alan arasındaki iletişim sadece hızla yaşanmıyor, aynı zamanda sürekli daha yoğun ve daha karmaşık bir yapıya bürünüyor.
Öyle ki, ortak iletişim alanındaki farklı akışlar ortak bir yönde değil, çok sayıda özne tarafından kendi ihtiyaçlarına göre ivmelendirildiği için farklı hatta çoğunlukla zıt yönlerde hareket ediyor. Üstelik, olup bitenler yerelle sınırlı değil, bölgesel ve küresel güçlerin de bulunduğu bir ortak zeminin içinde yaşanıyor. Herkesin birbirini gözlediği, herkesin diğerlerinin açığını kolladığı, güçlü olanın egemenleşip güçsüzlerin ezileceği bir zeminde!
Evet, her güç Orta Doğu’nun yeniden yapılanmasında kendisinin hayat alanının genişletmek ya da en azından yaşanan “fırtınayı” ayakta kalarak atlatabilmek için yeni “fırsat” arıyor da; o fırsat herkes için geçerli değil, bazıları da aynı süreci çukura düşüp devre dışı kalmak hatta o çukurda kaybolup gitme olarak yaşayacak!
Aynı yazıda iktidar yanlılarının “Oh, ne güzel Suriye cebimizde!” diyerek sevinçle hoplayıp zıplamalarına bakıp belirtmişim; “Suriye “şenlik yeri” değil, mayınlı arazi!”
Alt emperyalizm
Türkiye-Suriye eksenindeki akışlar 3 ana alanda yaşanıyor; Türk-Kürt gerilimi, Sünni-Alevi gerilimi ve tekfirci bir düzeye yerleşen Mezhepçilik-Laiklik gerilimi!
Şimdi hepsi birden hareket halinde, sürekli daha yoğun ve daha karmaşık bir yapıya bürünerek hareket ediyorlar. Üstelik henüz gidilecek çok yol, yüklenilecek çok daha fazla yük, katlanılacak çok daha ağır gerilimler var!
İleriye doğru atılacak her adım da her özne daha zorlu bir durumla yüzleşecek, zayıflayıp düşmelerle güçlenip egemenleşmeler yaşanacak. Sürecin egemeni ya da egemenleri ancak böylesi cehennemcil bir ortamın içinde ilerleyebildikçe ve ilerleyebildiği oranda, sürecin içinde yaşanacak askeri ve politik çatışmaları aşabildikçe ortaya çıkacak.
Şimdi öne çıkan hatta sürece egemen olan güç alanı, İsrail’in vurucu güçlüğünü yaptığı ABD’nin ve sonra da İngiltere-AB’nin Orta Doğu’yu kendi ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırma dayatmasıdır. İran odaklı eksen varlığını bir biçimde sürdürse de şimdilik yenilmiş durumda, Rusya da ciddi inisiyatif kaybına uğradı.
Açık değil mi, Nasrallah’ın yaşamını yitirdiği suikaste kadar az çok birbiriyle eşit güçte olan taraflardan birisi, suikastten sonra güç kaybetti ve geri düştü.
Güç dengesinin değişmesiyle birlikte baş döndürücü bir hızla yaşanan gelişmeler sonrasında, hızla gerçekleşme imkanına kavuşan emperyalist yeniden yapılanma sürecine sadece İsrail’in gücünün yetmeyeceği gerçeği üzerinden, Türkiye’nin sürece yedeklenmesi ve hizmet edebildiği oranda inisiyatif kazanmasının önü açıldı.
Alt-emperyalist bir bölgesel güç olmak için on yıllardır çırpınan ama deyim yerindeyse “biraz olan biraz da olamayan” Türkiye için bulunmaz bir fırsat kapısı açılıvermişti!
Evet, alt-emperyalist bölgesel statü, zaten emperyalist zirvenin çelikten zırhının koruması altında olmayan, onun dışında tutulan ve her an hem üstündeki zirve hem de altında olan bölgesindeki diğer hırslı güç alanları tarafından konumu sürekli zorlanacak, kalıcılık kapasitesi zayıf bir özel statüdür. Ama, yine de, yerel kapitalizmin çevresindekilere göre daha fazla gelişme imkanı yakalayacağı açıktır.
Hem kapitalizmin gelişiminin ulaştığı düzey hem de dünyanın en güçlü gerilla örgütüyle on yıllardır savaşarak güç kazanan ordusunun vuruş gücü ve hızla gelişen silah sanayisinin ürünleri Türkiye’nin elindeki güçlü kozlardır.
Üstelik emperyalist zirveden başlayarak neredeyse dünya düzeninin tümünü kapsamaya başlayan istikrarsız küresel ortam, Türkiye gibi yerel güçlerin zirvedeki denge bozukluğundan faydalanarak “özerk davranma” alanını genişletiyor.
Ek olarak, bölgede bazı özel durumlar var.
ABD’nin Irak’a müdahalesiyle başlayan ve “Arap Baharı” ile ivme kazanan uzun bir dönemin içinde bölgede devletler zayıfladı, devletler arasındaki sınırlar geçirgenleşti ve nihayet devlet dışı güç alanları inisiyatif kazandı. Bölgede sadece devletler değil, devlet dışı güç alanları da kendi hedefleri yönünde hareket halindedir.
Halklar ve inançların eşit yurttaşlığı
Geçtiğimiz hafta yukarıda vurguladığımız 3 ana eksenin hepsinin birden hızlandığı bir dönem oldu.
Suriye’deki Alevi halkına karşı yürütülen katliam HTŞ açısından bir çeşit “intihar” oldu.
Kendisi sanki hiçbir şey olmamış gibi davranarak şimdiki sıkışmasını ve meşruiyet kaybını hızla atlatmaya çalışsa da, Colani artık Suriye halkının büyük çoğunluğu açısından sadece mecburen katlanılan geçici bir figürdür.
Aleviler, Dürziler, Hristiyanlar, Ermeniler, laik Sünniler ve Kürtler açısından katliam sonrasında hiçbir meşruiyet taşımayan Colani, artık sadece tekfirci-mezhepçi çetelerin lideridir.
Ancak, söz konusu zayıflığı onun için avantaj da sayılabilir: O artık tıpkı Zelenski gibi zayıf bir kukla; emperyalistler tümüyle oyuncakları haline getirebilecekleri böylesi zayıf kişiliklerin siyasal ömürlerini mümkün olduğunca uzatmaya çalışıp, isteklerini daha rahat gerçekleştirmek isterler. İsrail Suriye coğrafyasını adeta alay ederek “oyun alanı” yaparken, efendileri “Sus!” dediği için susan zavallı bir kukla!
Katliama uğrayan Alevi halkı büyük öfkeyle yüklendi ve kısa dönemde kendi özerk siyasal ve toplumsal yapısını fiilen inşa etme zorunluluğuyla yüzleşiyor. Komünal tarihsel kökleri ve modern seküler toplumsal yaşamlarıyla Suriye’nin yeniden kuruluşunun mimarlarından birisi olabilirler.
Alevi halkı ancak kendisini yeniden inşa ederek ülkesini yeniden inşa edebilir ve bu zorlu süreçte kendi hedefine doğru farklı yollardan ilerleyen Suriyelilerle ortaklaşmaya yazgılıdır.
O arada özellikle vurgulamalıyız, Suriye’de yaşanan Alevi katliamı hızla Türkiye’de yankılandı ve nüfusları 20 milyonu bulan Alevi yurttaş ve aynı duyguları paylaşan demokratik güçler birçok şehirde hem katliamı hem de katliamı savunan iktidar güçlerini protesto ediyor. İki ülkenin Alevileri ve demokratik güçleri arasında kardeşlik köprüleri kuruluyor.
Kürtler, biraz da Alevi katliamını durdurabilmek gerilimiyle erken davranarak şimdilik Şam’da oturan Colani ile Suriye devletiyle ortaklaştıkları yönünde henüz ayrıntıları netleşmeyen bir belge imzaladılar.
Belgeyi imzalayan güçlerin ilkin, politik ve askeri kapasitelerine bakalım; hangisinin açık ara daha güçlü olduğu belli değil mi? İkincisi, Suriye’de yaşayan diğer halklar ve inançlarla hangi yapı daha sağlıklı ilişki kurabilir; cevabın ne olduğu çok açık değil mi?
Mazlum Abdi’nin iktidar yürüyüşünün önünü açan Türkiye’dir!
Kendi despotik yapısını mezhepçi bir Arap kimliği inşa ederek Suriye’nin koşullarına uyarlamaya çalışan Türkiye, bu yönde davranmaya teşvik ettiği Colani/HTŞ’nin intiharının ivmesini vererek, alt emperyalist olmanın gereksindiği esneklik ve yaratıcılığa sahip olmadığını gösterdi.
Suriye şayet içinde yaşayan farklı halklar ve inançların özgürce yaşayabileceği bir ülke değil de, kimliklerin birbiriyle sonsuz savaşı içinde cehenneme dönecekse, o ateş ne yazık ki Türkiye’ye de sıçrama potansiyeli taşıyacaktır.
Suriye Demokratik Cumhuriyeti
Medeniyetin doğduğu bir bölge olarak insanlık tarihinin içinde oluşan birçok zenginliği kendisinde barındıran Mezopotamya coğrafyasının, tıpkı Anadolu gibi, “tekçi” ve “monolitik” bir dar alana sıkıştırılamayacağını kabul etmek gerekiyor.
Devletin biçiminin federatif mi üniter mi olacağı ana sorun değildir, bölgede yaşayan halklar hangisini istiyorsa o yönde bir kuruluş gerçekleştirilebilir.
Esas olan, bölgenin bütün zengin kimliklerinin kendisini özgürce ifade edebileceği bir toplumsal ve siyasal yapının federe ya da üniter biçimin içeriğini belirlemesi, anayasal omurgası olmasıdır.
Evet, şimdi Suriye Demokratik Cumhuriyeti’nin zamanıdır!
Başka seçenek yok mu?
Elbette var! Şimdiki kaosun kalıcılık kazanması, sürüp giden kimlik savaşlarıyla bölgedeki halkların ve inançların çürüyüp zayıflaması, işgal alanını sürekli genişleten İsrail ve iç içe geçtiği Suriye’de yaşanan kanamaları kendisine taşıyan bir Türkiye!