Doğrusunu söylemek gerekirse, Ayşe Barım adını ilk kez gözaltına alındığında duydum. İzlediğim en son dizinin Kole İsaura olduğunu söylersem, herhalde hak verirsiniz. Oyuncu menajeri olduğunu öğrendiğimiz Barım, Gezi eylemlerini organize etmek, kendisine bağlı oyuncuları yönlendirmek gibi suçlamalarla tutuklanmış, uzun tutukluluk sonrası nihayet adli kontrol şartıyla serbest bırakılmış. Peki, sürekli apolitik olduğunu söyleyen Barım, neden siyasi bir örgütün lideri gibi bir muameleye tutuldu? Gelin bu konuya geçmeden önce, ABD’ye gidelim.
Sovyet Devrimi ve ardından gelen 1929 dünya ekonomik bunalımı, ABD’de emek ve aydın çevrelerinde komünizme sempatiyi arttırmıştı. ABD iktidarı bunu engellemek için 1934 yılında Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’ni kurdu. İlk başta sendika ve sinema sektörüne el attı. Ne var ki 2. Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Nazilere karşı SSCB-ABD arasında bir yakınlaşma olunca, faaliyetler askıya alındı. Soğuk Savaş ile birlikte ABD’nin komünizm fobisi yeniden hortladı. 1947 yılında senatör McCarthy ve FBI Başkanı J. Edgar Hoover yeni bir kampanya başlattılar. Komünistlerin her yere sızdıklarını söylediler ve kamuoyunu yönlendirdiler. Böylece rafa kaldırılmış komite yeniden işe başladı.
Cadı avı
Sinema sektöründe yer alan Bertolt Brecht, Richard Collins Gordon Kahn, Howard Koch, Lewis Milestone (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filminin yönetmeni), Dalton Trumbo (Dönemin en önemli senaristi), Edward Dmytryk, Lester Cole, Charlie Chaplin, Edward G. Robinson, Orson Welles (Yurttaş Kane filminin yönetmeni), Jules Dassin gibi yönetmen, oyuncu ve senaristleri komünist olmak savıyla sorguya çekmek istediler. Kimisi ifade vermeyi ret etti. Kimisi mahkemede onurlu duruş sergiledi. Kimisi sektörün dışında bırakıldı. Kimisi Gregory Peck, Kirk Douglas ve Burt Lancaster gibi bu cadı avına şiddetle tavır koydu. Kimisi de Elia Kazan gibi bütün arkadaşlarını ihbar etti. Kazan, 1999 yılında Oscar ödülünü kazandığında geçmişi peşini bırakmamış; Nick Nolte, Ed Haris, Tim Robins, Susan Sarandon, Jesica Lange gibi birçok ünlü oyuncu ve yönetmen durumu protesto ederek ödül töreni sırasında salonu terk etmişti. Daha kötüsü Ronald Reagan (daha sonra ABD Başkanı oldu), Robert Taylor, Gary Cooper ve western filmlerinin ünlü oyuncusu John Wayne meslektaşlarına yapılan bu hukuksuzluğu hararetle savunacak kadar küçülmüşlerdi.
Sinema ve hayal satma
Senaryosunu komitenin kara listesinde bulunan Carl Foreman’ın yazdığı (film gösterime girmeden ülkeden ayrılmak zorunda kaldı) ateşli bir anti-faşist olan Fred Zinnemann’ın yönettiği Kahraman Şerif (1952) filminde oynayan Gary Cooper kendini bir nebze affettirmişti. Film, Senatör McCarthy’nin o yıllarda ABD’de başlattığı komünist avı (Cadı Kazanı) karşısında entelektüellerin suskun kalmasının bir alegorisiydi. Halkın suskunluğunu eleştiriyordu. Amerikan sağını sinemada temsil eden J. Wayne ve H. Hawks bu filme tepki gösterip, Rio Bravo’yu çektiler. Kara listede yer alan Charlie Chaplin, Bertolt Brecht, Jules Dassin gibi birçok isim ülkeden ayrıldı. Chaplin, anılarında komünist olmadığını kesin olarak yazacakken, komisyona ifade verirken ise gururundan dolayı komünist olmadığını söylemeyecek, yalnızca “komünist olmak en doğal hakkımdır” diyecekti.
Başarısız bir avukatken senatör olan McCharty’nin bu pervasızlığının arkasında Cumhuriyetçi iktidar ve FBI vardı. Medya üzerinden yapılan muazzam propaganda ile toplum bir histeri ile uyutuldu. Sendikalar güç kaybettiler. Sanat ve edebiyat alanında ciddi bir gerileme oldu. B sınıfı propaganda filmleri ile Hollywood sinema sektörü Amerikan toplumunu şekillendirmeye başladı. Yaratılan masallarla Amerikan rüyası pompalandı.
Neden Ayşe Barım?
Ayşe Barım meselesine gelelim. Bildiğiniz gibi Gezi eylemleri, sevgili S. Süreyya Önder’in kendisini bir kepçenin önüne atmasıyla başladı. Spontane gelişen bu eylem, kısa süre içinde İstanbul’da kitleselleşti ve diğer şehirlere taştı. Türkiye toplumu böylesini ilk kez yaşıyordu. 1980 Darbesi sonrası kaçış sinemasına sığınan sinema, toplumun sorunların yerine, daha kişisel bir kulvara kaymıştı. Darbe öncesinin oyuncuları politik duruşlarını korusalar da, yeni yüzler daha çok apolitik kişilerdi ve televizyonların çoklu kanallara geçmesi ile birlikte oldukça popülerlerdi. Popüler oyuncuların Gezi’ye katılmaları, Gezi eylemlerinin görünürlüğünü inanılmaz arttırdı. Dizileri izleyen, onlara sempati ile bakan gençler de kitlesel olarak eylemlere katıldılar. Dünya Türkiye’yi konuşuyordu. Eylemlere katılan çoğunluğun bir sistem değişimi isteği yoktu. Siyasetteki yüzlerin değişmesini ve özgürlük alanlarının genişletilmesini istiyorlardı. Bu yanıyla Türkiye 68’inden çok Avrupa’nın 68 Hareketi’ne benziyordu.
Olup bitenler AKP iktidarını ürküttü. Bunu darbe girişimi olarak değerlendirmek, mevcut statükoyu korumak için akıllıcaydı. Ardından ABD’deki gibi bir cadı avı başlatıldı. Eylemlere katılıp, sonrasında biat eden Tamer Karadağlı, Yavuz Bingöl, Kenan İmirzalioğlu, Yılmaz Erdoğan gibi isimler, konforlu alanlarına dönerken, M. Ali Alabora üzerinden diğer Gezi’ye katılan oyunculara gözdağı verildi. Bu gözdağı, Gezi’ye katılan birçok oyuncunun menajeri olan Ayşe Barım’a sıçramasının nedeni, bütün oyuncuları yargılamanın çok ters etki yaratacağı gerçeğinden kaynaklıydı. Barım gibi apolitik birinin bile gerekirse nelerle karşılaşacağı mesajı net şekilde verildi. Maksat hasıl olunca, serbest bırakıldı. Sonuç olarak, Gezi’ye katılan oyuncuların uzunca süre toplumsal olaylar karşısında suskun kalacağı gerçeği ortaya çıktı. İmamoğlu’nun tutuklanması ve hatta Kürt sorununun çözümüne dair gelinen sürece dahi bir çift lafları olmadı. Amaç tam da buydu, derin suskunluk, tıpkı Hollywood’da olduğu gibi.