Bu yazı, Donald Trump’ın 23 Eylül 2025 tarihli BM Genel Kurulu konuşmasında iklim krizini “bir aldatmaca / con job” olarak nitelendiren söylemine doğrudan yanıt niteliğindedir. Söylenenleri tek bir cümleyle törpülemek mümkün: İklim sorunu lafazanlık veya politika manevrası değildir; maddi gerçeklikler, yaşam alanları ve gelecek kuşakların kaderi meselesidir.
İklim krizini “aldatmaca” diye etiketlemek, sorunun kökünü görmezden gelmektir. Ekolojik yıkım, yalnızca atmosferde artan gaz miktarlarının istatistiği değildir; üretim, tüketim, toprak mülkiyeti, cinsiyet ilişkileri ve güç hiyerarşilerinin toplamıdır. Doğayı metalaştıran, yaşamı kısa vadeli kâr hesaplarına feda eden siyaset ve ekonomi modelleri, sadece çevreyi değil; toplumsal hafızayı, kültürleri, yerel ekonomileri de yok eder. Bu nedenle iklim meselesine “bilim mi yoksa politika mı” diye ikili bir çerçevede bakmak yanlış ve tehlikelidir: sorunun kaynağı politik — fakat çözümü de politik, kolektif ve örgütlü olacaktır.
Çözüm merkeziyetçi güçlerin daha fazla yetki kazanmasıyla değil; yerel katılımın, kadın liderliğinin ve ekolojik aklın toplum örgütlenmesine nüfuz etmesiyle mümkündür. Jineoloji, ekolojik yaşama dair yerel bilgi üretimini, kadınların denetimli kolektif üretimini ve bakım pratiklerini merkeze alan bir dönüşümü işaret eder. Kadınların karar mekanizmalarında etkin olduğu, kooperatiflerin ve yerel meclislerin güçlendiği toplum deneyimleri doğayı korumada daha dirençlidir; çünkü bu modeller kar yerine yaşamı hedefler.
Rojava’dan gelen pratik örnekler, bu teorik çerçeveyi somutlaştırır: Savaş, ambargo ve aşırı zor koşullara rağmen bölgede kurulan kadın kooperatifleri, agroekolojik çiftlik denemeleri, su ve toprak koruma girişimleri ve sıfır atık projeleri; yerelden başlayan, kadınların öncülüğünde bir direnişin parçası olarak doğayı onarma amacındadır. “Water for Rojava” gibi ağlar, kadın ağırlıklı tarımsal projeler ve toplumsal dayanışma mekanizmaları, tekniğin ötesinde bir siyasi irade ve etik dönüşüm örneği sunar. Bu deneyimler bize göstermektedir ki, çevreyi korumak için önce toplumu dönüştürmek gerekir.
Ekolojik adalet, sınıf ve cinsiyet adaletiyle iç içedir. Doğanın tahribatı en çok yoksulları, muhafaza dışı bırakılan toplulukları ve kadınları etkiler; bu yüzden iklim mücadelesi aynı zamanda bir adalet mücadelesidir. Küresel arenada sera gazı verilerini tartışırken; yerelde toprağı geri kazanma, suyu yönetme ve besin güvenliğini sağlama pratiklerine yatırım yapmayan yaklaşımlar sahici değil. Uluslararası kurumların kararları önemlidir ama somut dönüşüm, yerelin güçlenmesiyle gerçekleşir; Rojava örüntüsü bunun mümkün olduğunu gösteriyor.
Ekonomi argümanı sık kullanılır: “Yeşil dönüşüm iş kaybettirir, maliyettir.” Bu söylem kısa vadeli düşünmeyi, riskleri ve dışsallaştırılmış maliyetleri gizler. Fosil yakıt çıkarının korunması bugün için bir kazanç gibi gözükebilir; yarın ise sel, kuraklık, göç ve çatışma faturası çok daha ağır olacaktır. Gerçekçi, adil ve yaşatıcı bir ekonomi; yerel kooperatifleri, yenilenebilir yerel enerji çözümlerini, agroekolojiyi ve bakım ekonomisini merkeze alır. Bunlar lüks öneriler değil – varoluş stratejisidi.
İklim krizini inkâr eden veya küçümseyen siyasi manevralar, tarihin yanlış tarafında yer alır. Eğer bugün yaşamı korumaya dair tercihlerimizi merkezi güçlerin konuşmalarına bırakırsak, yarın bu tercihleri ödeyecek olan yine sıradan insanlar ve doğa olacaktır. Bizim çağrımız açıktır: Yaşamı önceleyen, yerel-demokratik ve kadınların önderliğinde bir yeniden örgütlenme; Rojava örneğinde görüldüğü gibi, mümkün, pratik ve ahlaken zorunludur….