Erdoğan yönetiminin en önemli üç şahsiyeti – MİT başkanı, dışişleri ve savunma bakanları – perşembe günü ani bir Suriye ziyareti yaptılar. İktidar medyası, beklendiği üzere devletin zirvesi Şam’ı teftiş etti, dış güçlerin oyunları yine bozuldu vb. mealinde gürültülü manşetler attı. Bu gürültü, üç ay önce Esad rejiminin düşmesi ve Türkiye destekli HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesi sırasında doruk noktasına varan fetihçi heyecanı canlandırma yolunda yeni bir girişim izlenimi veriyor.
Türkiye için fetihçilik hiç de yeni bir olgu değil. Türk devletinin haritada göründüğünden çok daha geniş bir egemenlik hakkına sahip olduğu ama bunun (Tarih ders kitaplarında Baltacı Mehmet Paşa keyfinin esiri olduğundan ya da Almanlar yenildiği için “bizi” de mağlup saydırarak, Lozan’daki entrikalarla vb.) engellendiği iddiası, Türk milliyetçiliğinin mayasında mevcut. “Dış güçler,” düşman komşu devletler ya da “iç mihraklar” tarafından gasp edildiği varsayılan coğrafi arazinin talebi üzerine oluşmuş ideolojiye “irredentizm” adı verilir. Türk fetihçiliği, her niteliğiyle tam bir irredentizm numunesidir.
Ulus-devlet modeline geçişle birlikte bu ihtirasın -Hatay’ın ilhakı ve Kuzey Kıbrıs’ın “fethi” istisnaları dışında – elde kalan araziyi Türkleştirme arzusuyla “iç fetih” hamlelerinde tezahür ettiği görülür. Bu gidişattan ilk kopuş, Turgut Özal döneminde 1991 ABD-Irak Körfez savaşı sonrasında görülmeye başladı. Özal, gazeteci Cengiz Çandar’ın önemli katkılarıyla yalnızca Ortadoğu coğrafyasında yayılma fırsatlarını değil, bunun önkoşulu olarak Kemalist üniter devlet anlayışının sorgulanmasını da gündeme getirmişti. Ülke siyasetinde güvenlikçi doktrinin terk edilerek çoklu kimliklerin yeniden keşfedilmesi ve tanınması, bölünme korkusunun aşılarak irredentist arzuların tatmini yollarını da açabilirdi. Özal’ın zamansız vefatı, bu ilk yeni-Osmanlıcı girişimin de sonu oldu.
İkinci girişim, AKP iktidarıyla birlikte başladı. Özellikle Ahmet Davutoğlu döneminde dış siyasette “eksen kayması” tartışmalarına neden olan bir genişleme hamlesi dikkatleri çekiyordu. Davutoğlu, Erdoğan ve AKP yönetimini “stratejik derinlik” tezleri çerçevesinde yumuşak ve sert güçlerin kombine kullanımıyla fetihçi hamleler yapmaya ikna etti. Bu irredentist stratejinin önemli sonucu, Balkanlar ve Kafkasya coğrafyalarındaki benzer angajmanlar yanında Türkiye’nin Suriye iç savaşına cihatçı saflarda duhulü oldu. Ardından Akdeniz’de doğalgaz yatakları üzerine “gunboat diplomasisi” girişimleri ve Libya iç savaşı macerası gelmekte gecikmedi.
Bu irredentist yönelim Erdoğan’ın fetihçi zihninde şöyle yansıma buluyordu: “Bizim medeniyetimizde fetih; işgal veya yağma değildir. Allah’ın bölgede emrettiği adaletin hakimiyetini tesis etmektir. Türkiye Akdeniz’de, Ege Denizi’nde ve Karadeniz’de hakkı olanı alacaktır.” (Erdoğan, 26 Ağustos 2020.) O günlerin ruhu üzerine sol düşüncenin küresel kanaat önderlerinden Noam Chomsky şu gözlemde bulunmuştu: “Erdoğan, kendisinin halife ve yüce lider olarak her yere ağırlığını koyduğu, Osmanlı Halifeliği benzeri bir şey yaratmaya çalışıyor; bunu yaparken Türkiye’de demokrasinin son kalıntılarını da yok ediyor.”
8 Aralık 2024 günü ertesinde yazılıp söylenenlere bakılırsa, birincisinde yaşanan trajedinin aksine ikinci yeni-Osmanlıcılık girişimi başarıya ulaşmıştı. Türk-İslam resmi söylemine göre Osmanlı yeniden kurulmuş, Halep ve Şam’a trafik plakaları bile verilmişti. “Suriye artık Suriye değil, daha ziyade yükselen Osmanlı İmparatorluğu’nun ayrılmaz bir parçasıdır.” Jarusalem Post yazarı Ruth Wasserman Lande, Şam’ın “fethi” neticesinde ortaya çıkan durumu böyle özetliyordu (JP, 15 Şubat 2025).
Ama aradan geçen üç aylık sürede işlerin o kadar kolay olmadığı anlaşıldıkça medyanın tonu da pörsüdü. Son ziyaret üzerine atılan manşetler, gürültülü olmakla birlikte o ilk heyecanı yeniden yaratmaktan çok geride kalıyorlar. Bu sükûnet, Hakan Fidan’ın ziyaret sonrası yaptığı açıklamalara da yansıyor. Görüşmenin ana gündemi olan Rojava-Şam (ya da Mazlum Abdi – Ahmed el Şara) protokolü üzerine kullanılan ılımlı ifadeler özellikle dikkat çekici. Erdoğan yönetimi, Rojava gerçeğini kabullenmenin ötesinde, hükmettiği devleti ve toplumu da bu olguyla bir arada yaşamaya hazırlama görevini idrak alametleri göstermeye başlıyor.
Araştırmacı Cemil Gündoğan, Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin jeopolitik yönelimlerinde birbirine ters iki ana dürtünün belirleyici olduğunu gözlemliyor: “Genişleme arzusu ve bölünme korkusu” (https://www.youtube.com/watch?v=9ioWZs8fCsI). Aslında bunun, yeni-Osmanlıcılık üzerine siyasi tartışmaların, hatta Türk-İslam kimliğinin mayasındaki irredentist/fetihçi ihtirasın bütününe hakim bir paradoks olduğu gözlemlenebilir. Günümüzde yalnızca Şam hamiliği ve Rojava’nın tanınması arasında yaşanan kararsızlık değil, kendi Kürt meselesine çözüm için başlayan yeni süreç de bu ikilem çerçevesinde okunduğunda anlaşılır olabilir.
İrredentizm, göz koyulan coğrafyalarda olduğu kadar göz koyanların hanesinde de önemli hasarlar yaratabilir. Nitekim Lande, Suriye’de Osmanlı İmparatorluğu’nun ihyasını duyururken 2003’ten sonra Irak’tan Levant’a doğru hızla yayılan İran İslam Cumhuriyeti nüfuzunun artış süreciyle analoji kuruyor. Birkaç ay öncesine kadar Kudüs Ordusu takviyesiyle Şii hilali, Direniş Ekseni vb. isimler altında adeta bir Pers İmparatorluğu ihyasından söz etmek mümkün değil miydi? Lande’nin asıl amacı – muhtemelen Trump’ın övgü dolu ifadelerinde de olduğu üzere – Erdoğan iktidarının Suriye stratejisini övmek değil, İran yayılmacılığının doğurduğu sorunları “dış güçlere” hatırlatmak: “Bu bölgesel gelişme … sadece Ortadoğu ülkeleri için geçerli olmakla kalmaz, aynı zamanda aydınlanmış dünyaya karşı bu kez radikal Sünni İslamcılığın daha geniş bir savaşının da belirtisi olur.”
İktidar cenahında fetihçi hamasetten makul söyleme geçiş, irredentist hırslara içkin riskleri ve tehlikeleri kavramaya kabil bir zihniyetin hakimiyeti umudu veriyor. Rojava-Şam mutabakatının hazmı, bu yöndeki ilk doğru gösterge olacaktır.