Kürt ulusal sorunu çerçevesinde TBMM’de kurulan “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” çalışmalarına devam ediyor. Şu ana kadar beş toplantı yapan komisyon çalışmalarından somut bir sonuç ortaya çıkmış değildir. Görülmektedir ki iktidar, Kürt ulusal sorununu demokratik bir temelde çözmekten çok, esas olarak “terörün tasfiyesi” olarak ele almakta ve buna uygun adımlar atmaktadır. Bu amaçla, komisyon aracılığıyla bir “eve dönüş” yasası ve belki de şartlı bir infaz düzenlenmesini hedeflemektedir.
Meselenin iktidar açısından bu minvalde ele alınmasının temel nedeni, başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, iç politikada kimi demokratik adımların atılması ve bir değişimin gerekliliği değildir. Başta Ortadoğu merkezli olmak üzere uluslararası alanda yaşanan kimi gelişmeler, TC devletini Kürt ulusal sorununda kısmi de olsa adım atmaya zorlamış durumdadır. Kısaca TC devleti esas olarak dışsal nedenlerle, Kürt ulusal sorununda kimi kısmi adımlar atmak zorunda kalmış durumdadır. Ve pek tabii ki TC devleti kendi bekası ve çıkarları açısından meseleye yaklaşmakta ve esas olarak bölgesel düzeyde avantajlı bir konum elde etmek istemektedir.
Osmanlı ve Türkiye tarihi incelendiğinde bu türden dışsal dayatmaların içerde kimi reform çabalarına neden olduğuna tanık olmaktayız. Örneğin Tanzimat Fermanı’nın (1839) ilan edilmesi ve ardından Islahat Fermanı (1856) gibi gelişmeler, Kanun-i Esasi’nin (23 Aralık 1876) ilan edilişi, İzmir İktisat Kongresi ve TC devletinin kuruluşu ve ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında çok partili döneme geçiş gibi adımların atılması vb. hep dönemin uluslararası güçlerinin baskısı ve yönlendirmesiyle yaşanmıştır.
Bu anlamıyla, Türk hakim sınıfları cephesinden Kürt soruna dair son süreçte atılan adımların, uluslararası ve bölgesel gelişmelerin dayatmasıyla gündeme geldiği dikkate alındığında, geçmiş kimi tarihsel pratiklerden referans almak yararlı olabilir. Örneğin 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’nı, Avrupa devletlerinin önemli bir etkisi ve baskısıyla ilan edilmiştir. Özellikle İngiltere ve Fransa gibi dönemin büyük güçleri, Osmanlı Devleti’ndeki Müslüman olmayan tebaanın haklarını güvence altına almak ve devleti modernize etmek amacıyla Osmanlı’ya baskı yaparak bu reformların yapılmasını teşvik etmişlerdir.
Dış baskıyla ilan edilen fermanın sonucunda ise uygulamada kimi trajikomik olayların yaşandığı aktarılır. Örneğin son Osmanlı Vakanüvisi, Abdurrahman Şeref Efendi’ye göre şöyle bir olayın yaşandığı rivayet edilir: “Galata’da Voyvoda Karakolu’nda kumandan bir tabur ağası var imiş. Ahali-i Hıristiyaniyye (Hıristiyan ahali) ara sıra bir Müslüman’ı yakalayıp karakola götürür ve ‘Bana gâvur dedi’ diye mücazatını (cezalandırılmasını) ister imiş. Tabur ağası ‘Ay oğul anlatamadık mı? Şimdi Tanzimat var, gâvura gâvur denmeyecek. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti!’ diye kabahatliyi tekdir ve tevbih eyler (azarlar) imiş.”
Kısaca dönemin Avrupa devletlerinin dış baskısıyla ilan edilen Tanzimat Fermanı ile atılan adımlar ve yapılan reformlar Osmanlı devleti açısından “artık gavura gavur denmeyecek” olarak pratikleştirilmiştir. Müslüman ve Müslüman olmayan Osmanlı tebaasının eşit haklara sahip olmasının toplumda yarattığı karşılık bu türden trajikomik olayların yaşanmasına neden olmuştur.
Bu bakımdan son süreçte uluslararası ve bölgesel gelişmelerin baskısıyla Türk hakim sınıfları açısından, Kürt sorunu merkezli atılan adımların, “artık Kürde terörist denmeyecek” biçiminde ele alındığını ifade edebiliriz. Ancak meselenin iktidar açısından ulusal hakların tanınması ve eşitlik temelinde ele alınmaması, sorunun “terörün tasfiyesi” olarak kavramsallaştırılması gibi nedenler, sorunun “çözüm”ü için kurulduğu iddia edilen komisyonda dahi Kürtçe’nin, “bilinmeyen bir dil” olarak tanımlanmasına ve Kürtçe konuşulmasının engellenmesine neden olmaktadır. Ya da içerde Kürtler “kardeş” ilan edilmekte ancak Suriye’de Kürtlerin iradesine yönelik düşmanca ve saldırgan bir tavır takınılmaktadır.
Yine süreç merkezli yaşanan tartışmaların kamuoyunda tıpkı Tanzimat döneminde ortaya çıkan “gavura artık gavur diyemeyecek miyiz?” tepkisine benzer biçimde, Kürtlerin kendi ulus kimliklerini sahiplenmeleri, “Türkiyeli değiliz Türk’üz” gibi trajikomik kampanyalara ya da kimi kendine muhalif diyen çevrelerin “vatan elden gidiyor” tepkilerine neden olmaktadır. Ezilen Kürt ulusunun, kırıntı düzeyinde dahi olsa kimi haklarının tartışılması ihtimali dahi kendine “komünist” adı veren çakma komünistler tarafından, “Ülkemizin uçurumdan yuvarlanmasına izin vermeyeceğiz” gibi açıklamalar yapmasına yol açmaktadır.
Öte yandan son olarak şu tarihsel gerçeği vurgulamak gerekir: Osmanlı ve Türk tarihinde ne zaman “reform”, “açılım” gibi adımlar atılmışsa hemen ardından reformun muhataplarına yönelik katliamlar gerçekleştirilmiştir. Tanzimat ve Islahat Fermanlarından sonra başta Ermeniler olmak üzere, Rumlara yönelik katliam saldırıları, bu türden reform girişimleri sonucunda yaşanmıştır. Bu tarihsel tecrübe “artık Kürde terörist denmeyecek” açılımıyla birlikte değerlendirilmelidir.