Bugün Türkiye tarihinin en karanlık günlerinden birinin, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin 45. yıldönümü. ABD ve CIA tarafından kontrol edilen ordu sabaha karşı gerçekleştirdiği bir darbe ile ülkedeki halihazırda iyice budanmış olan demokrasiye bütünüyle son verdi. Yüzbinlerce insan göz altına alındı, işkence gördü, tutuklandı, yıllarca hapislerde çürütüldü, sürgün edildi, gençler idam edildi[1]. (1)
Bugün dünün devamı mı?
Bugünkü otoriter rejimin aslında 12 Eylül’ün bir devamı olduğu ileri sürülüyor. Haklı bir görüş zira 12 Eylül uygulamalarına benzer, hatta yargı anlamında ondan çok daha kötü uygulamalarla karşı karşıyayız. Buna rağmen bugünkü rejimin ayırıcı özellikleri var: bugün, açık bir diktatörlüğe geçme hazırlığı içinde olan rejimin 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünden farklı, hatta çok daha tehlikeli boyutları mevcut.
Öncelikle, 12 Eylül Cuntası doğrudan askeri yöntemlerle demokrasiyi askıya aldı. 1983 yılına kadar kontrollü de olsa ülkede genel seçimlere izin vermedi ama 1989 yılında demokrasiye dönüşe yol verdi.
Demokrasiyi yok etmek için ortadan kaldırmak gerekmiyor!
Oysa bugünün egemenleri çok daha bilinçliler, ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. “Demokrasiyi öldürmek için onu ortadan kaldırmanın gerekmediğini” öğrendiler. Tek yapmaları gereken şeyin, “onu içeriden aşındırmak, demokratik kurumları itibarsızlaştırmak, tarihi yeniden yazmak, kaos yaratmak ve iktidarı korumak için halkı yeterince manipüle etmek” olduğunun bilincinde hareket ediyorlar.
İkincisi, otoriterleşme AKP iktidarlarının, özellikle de 2015 yılından sonraki döneminde zamana yayıldığı için, bizler bunu “normalleştirme eğilimine girdik”. Uzunca bir süredir otoriterleşmeyi “rasyonalize ettik”, hatta “küçümsedik” ve kendi kendimize “durumun henüz o kadar da kötü olmadığını” söyledik. Olan bitenin tam farkına vardığımızda büyük ölçüde geç kaldığımızı anladık.
Demokrasi: uğruna mücadele edilmesi gereken bir şey!
Oysa demokrasi denilen şey verili bir şey değil, bir garanti hiç değil. Kazanılması için uğruna mücadele edilmesi gereken bir şey. Böyle bir mücadeleye kararlı ve istekli olmayı gerektiriyor.
Yani mesele, “demokrasinin Türkiye’de hayatta kalıp kalamayacağı” değil, “bunun için ülke insanı olarak savaşmaya hazır olup olmadığımız”. Eğer daha sağlam bir demokrasiyi inşa etmek istiyorsak, açık ya da kapalı diktatörlük karşısında sadece savunmacı olarak kalamayız.
Çünkü aşırı sağcı otoriterler çok iyi örgütlendiler, devasa güç ağları inşa ediyorlar. Baskıyı meşrulaştırmak için tarihi yeniden yazıyorlar. Bizlerin de en az onlar kadar kararlı ve cesaretli olması gerekiyor. Demokratik altyapıya yatırım yapmalı, otoriter dezenformasyona karşı koymalı ve önümüzdeki uzun mücadeleye dayanabilecek geniş tabanlı kitle hareketleri inşa etmeliyiz.
Sonuç olarak
Mesele sağa karşı sol olmaktan ziyade, demokrasi altında mı yoksa oligarşinin kontrolünde, iktidarın asla el değiştirmediği bir otoriter sistem ya da daha kötüsü açık bir diktatörlük (faşizm) altında mı yaşayacağımızdır.
Ülkede hâlâ demokrasiye inanan onlarca milyon insan var, sokaklardaki, alanlardaki demokrasi, hukuk ve adalet mücadelesi hala sürüyor. Hatta demokrasiye inanan muhafazakârlar var ve bu mücadelede onlara da ihtiyacımız var. Otoriterlik tam olarak tahkim edilmeden, açık bir diktatörlüğe geçiş sağlamadan, onu durdurmamız gerekiyor. Bunun için de en geniş demokrasi cephesinin oluşturulmasına ihtiyaç var.
Dip notlar:
- 12 Eylül Darbesinin iktisadi ve siyasi nedenlerine ve sonuçlarına ilişkin bir çalışma için bkz: Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.
[1] 12 Eylül Darbesinin iktisadi ve siyasi nedenlerine ve sonuçlarına ilişkin çalışmam: (2) Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.