Gözlerin güneşin seyrinde, her bir zamanın karesi sende. Evet Nazım, ben de sen’siz ve bir yıldan sonra yine yazıyorum
Enes Yıldız
Biraz atlara aşinayız, biraz tutkuyla yürümeye… Bu coğrafyanın kendine has insanları vardır. İnsan biraz tarih der, biraz zorluk, biraz Kürtlük, biraz ısrar…
Ve zamana yürüyen yolculuklar başlar.
Gidenlerin arkasında özlem biriktirip, tarihe not düşmektir bazen yaşamak.
Dünya bir fotoğraf karesinde saklıdır; kimilerinin kaldığı-gittiği yerden biz hâlâ birilerine hikayesine tanık oluyoruz ya da yazıyoruz.
Bir duvarın resmi, bir haberin hikâyesi gibidir insan.
İnsanın bir tarihle bağı olur; bir gelenekle, Kürtlükle, kaybettikleriyle, yaşatıklarıyla, dağlarıyla, davasıyla…
Varoluşuna ve insan değerine bağlıdır.
Hep hikâye der, tutkuyla, yaşanmışlıklarıyla ve gülümsemeyle; savaşlarda, anlatıcının gerçek dilinde duymak ister tüm hikâyeleri.
Hepimizi bir araya getiren bir coğrafyanın daha anlaşılması ve anlatılması gibi.
Nazım’a yazıyorum,
Yüreğimizde yürütüyoruz, tarihe biriktirdiğin, ebedileştirdiğin yolculukları da. Kocaman atlar suya indiğinde, mevsimlerin geçmiş zamanlarıyla birlikte hatıraların kalıyor geriye.
Sen’siz bir yıl…
Bir şapkan vardı, bir yüreğin, bir de kalemin güzel yazardı.
Dünya bir düş, savaş bir zaman dilimi, geriye bir söz, bir fotoğraf makinası, bir çanta, tarihe bırakılan bir çok hikaye…
Ne kadar hikayeler topladın bize… Halep’ten gelip Kobanê’de soluklanırdın…
Şengal dağlarından Tişrin barajına selamlar getirirdin yarına. Haber yazardın, hayatın öngürülerini, düşlerdeki yolculukları, acımasız savaşların günlüklerini de tutardın… Kimlerle oturdun, nelere eşlik etmedin, korku, cesaret ölüm ve imkansızlığı da anlatırdın… sohbetlerin iz bıraktı, kimi kibarım dedi, kimileri de Nazım.
Fotoğraf makinanın lensi, bir ışık perdesi, bir yere yürünen yolculuk, kebabçıya, terziciye, bir eski çarşıya ah sonra sana ne demli çaylar daha demlerdim.
Evet arkadaşım, bugün Nazıma yazıyorum.
Zamanın içinde tanık olarak, yaşayarak, hikâyelerin kapısındayız. Nazım’a diyorum ki:
Senden sonra Ağrı Dağı’na yağan beyaz karı özlüyorum.
Seninle bir yerlere uğramayı…
Süryanilerin kilisesine, Rojava’ya, Kürdistan’ın savaş ihtimalinden çıkmadan tüm hatıralara…
Hoş ve güzel zamanlardan geçip gitmeyi. Trenin yolunda yaşadıklarımızı bilerek,
bir masa başında, bir köşe de, demli bir çay içerken…
Bir bilgisayarın başında, bir pencereden bakarken,
sana geç kalmışlığımı anlatırken…
Gün geliyor; kocaman atların yüreğinde, şehirlerin gümbürtüsü ve çelişkilerin durağındayım seninle.
Dünyanın ötesinde kalan boşluk, yüreğimde yara açan, ikimize de sevinç veren…
Bir aşkın, bir savaşın, bir baharın telaşını düşünmek gibi.
Beraber özlem gidereceğimiz bir dünya, bir türkü vardı. İşte yeni zamanları beraber ve daha güneşli günleri yaşarayak derdim…
Beraber yürüdüğümüz palamut ağacının arkasında Warnas diye hitap edenler, rüzgârın sert estiği ve bir beyaz bulut sürüsü geçerdi, yüksek yamaçlar da.
Evet Nazım, sensiz geçen bir yıl.
Coğrafyamızın saygınlık uyandıran yürüyüşlerin ve sonsuzluğun ebediyeti, geriye bıraktığın o güzellikler…
Hepsi sana yaraşır.
Dünyanın keşmekeşi, kazanılmış zamanın ruhu…
Zaferlere ve yeni başlangıçlara dair sözler de geriye kalıyordu.
Bir bardak suya boşalan zamanın ritmi, kederin eskidiği, yarını sevinçle karşılayacak çocukların sana “Xalo” demeleri…
Qamişlo sokaklarında peşinde koşan yaşlı bir insan, televizyon ekranlarında seni görüp kelimelerinin ne kadar inandırıcı olduğunu söylemesi…
Ve senin o kocaman gülüşün de vardı.
Bir yanım toprağın kokusu, yüzyıllın şiirlerinde Kürtlerin Nazım’ı ve bir şiir tadında geçmişin izini sürdürenlerdensin.
Yaşanmışlık: eski bir tutku, bir bağışlanma, bir kavga…
Zorlu ve imkansız bir yerlerden yürümek gibi seninle.
Biraz beklemeyi bilerek, biraz geç kalmayı…
Yüreğimize dokunan herhangi bir şey. Evet Nazım, senden sonra bir yıl.
Coğrafyamın hafızasını kaydedip öylece gittin.
Bir yanın Apê Musa, Halil, Gurbetelli Ersöz ve onlarca Kürt gazetecileri, geleneği sürdüren, kalem işleten herkes.
Bir yanın da o diregenliğin, o çalışma ve arayış aşkın.
Zamanı yalnızca ve öylece yaşayıp geçenlerden değildin.
Êzîdî bir kadının hikâyesini kadraja alırdın, sınır boylarında çektiğin fotoğraflar, yürüdüğün yollarda ve aldığın o nefes…
Hepsi birer tanık, birer hikâye anlatıcısı. Rakka sokaklarında, Kobane’nin yollarında yürüdüğün o geçmiş zaman bugün hâlâ ayak seslerini de taşıyor…
Sen’siz bir yıl.
Senden sonra yazıyorum…
Eskisi gibi ama çok değil. Cebimde kalem taşıyorum, fotoğraf makinesine de aşinayım.
Yağmuru beklerim, zorlu kışı da anlatırım sana.
Eğer savaşların ortasında fotoğraf çekip hikâyeler yazıyorsan, ebedileşmek, iz bırakmak, bir tarihin yaratılışı gibi…
Hafızayı oluşturan sensin, zamanın yörüngesi sende.
Çocukların fotoğrafı, bir savaşçıyla olan diyalogların…
Gül tadında: zamanı yaşayarak, bir şeyleri çoğaltarak, bir yarayı iyileştirerek, bir kederi başka bir sonbahara erteleyerek.
Biz biraz arkadaşız, biraz aynıyız, biraz yoldaşız.
Aynı zamanların, aynı göğün çatısı altında gerçekleri yazıyoruz.
Özlemek tarifsiz; geçit vermeyen yüksek bir dağ oluveriyor.
Bir şeylere odaklanmak, yıkıma uğramış yüzyıllık Kürtlük sancılarını da yüreğimizde taşıyıp öylece beraber yürüyoruz.
Oradan oraya, bir varız bir yokuz. Gazeteci… günün fotoğrafını gören, gerçeği söyleyen, yaşamın tadında yarınlara bellek oluşturan o güzel benliğin.
İşte sen geldin ve uzun yolculuklara çıktın.
Gözlerin güneşin seyrinde, her bir zamanın karesi sende. Evet Nazım, ben de sen’siz ve bir yıldan sonra yine yazıyorum.
Bu defa sana yazıyorum… Nazım’a çocukların geleceğini gören Xalo’ya…
Minbic kentinde ve Tişrin barajında savaşı takip ederken, canı pahasına gerçekleri anlatan, aktaran ve bizim Nazım’a yazıyorum…









