Otoriter popülist rejimlerin dünyanın her yerinde yükselmeye başlamasıyla birlikte faşizm tartışmaları olağanüstü şekilde arttı. Türkiye’deki düşünce ve siyaset dünyası da bu tartışmalardan nasibini aldı. Bu dönemin faşizmi tanımlanırken çoğunlukla yasal, kurumsal, simgesel bağlamlar esas alındı. Faşizmin kurumsallaşması tespiti belirli çevrelerce sıkça dillendirildi, üzerine argümanlar üretildi, argümanlar yaşananlarla örneklendirildi.
Bu dönemin faşizmi kurumsallaşma, resmi iktidarı ele geçirme, krematoryumlar inşa etme vb. somut veya simgesel durumlar üzerinden var olma ihtiyacı pek duymuyor. Irkçı pratikler sıradanlaşarak faşizmin gölgesi oluyor. Sosyal medyada paylaşılan bir post ile kamusal görünürlük sağlıyor, etrafına benzerlerini toplayabiliyor. Faşist topluluk örgütsüz, birbirinden habersiz ama aynı şekilde bakan, düşünen, hisseden bir topluluk olarak vücut buluyor.
Bu tarz bir faşist ve ırkçı yayılma zararsız değil. Aksine patlamaya hazır fay hatlarını besliyor, büyütüyor. Toplumsal kutuplaşma, ayrışma ve gerilimleri olabildiğine harlayarak sonuç üretmeye çalışıyor. Bu dönemin ırkçı ve faşist örneklerini en son İzmir’de Büyükşehir Belediyesi işçilerinin “eşit işe eşit ücret” talebiyle düzenledikleri grev kapsamındaki demokratik protesto eylemlerine verilen tepkilerde bolca gördük.
İzmir’de binlerce işçi “eşit işe eşit ücret” talebiyle demokratik protesto hakkını savunurken, ülkenin “laik, okumuş, ilerici” iddiasında olan kişileri “Tunceli’de İzmirli yok ama İzmir’de çok fazla Tuncelili var” gibisinden şeyler diyerek kendince “sosyolojik ve siyasi” analizler yapabiliyor. Sanılanın aksine, bu bir cehalet değil. Irkçılık yapmayı mümkün kılan zemine ulaşmak için sözümona “analitik” çıkarımda bulunmadır. Aslında bir Dersimliyi çevirip “Neden çok fazla Dersimli İzmir’de?” sorusuna cevabını çok rahat öğrenebilecekken, buna tenezzül etmez. Esasında onun cevaplarla da, sorularla da işi yoktur. O pespaye bir yargıyla ırkçılık yapmak ister. Ruhu ırkçılığı arzular. Neden-sonuç bağlamlarını düşünmeyecek kadar lüks içinde yaşar. Çünkü o üstündür. O öğrenecek olan değil, öğretendir. Onun dili yoktur. Diyalog kurmaz, dikte eder. O üstündür, söylediği söz mutlak doğrudur. Ötekinin sözünü, izahını, tarihini, yaşamını, yaşadıklarını önemsemez çünkü ötekini tanımaz, bilmez. Tanımayı istemez, bilmek gibi bir derdi yoktur. Çünkü tam da bu tanımamazlık ve bilmemezlik ırkçılık yapması için ona bir konfor sağlar.
Bir diğeri için işçilerin haksızlığa uğramasının önemi yok. Her gün “anayasal ve yasal güvence yok” diye iktidara karşı sızlanıp durur ama işçinin anayasal hakkını kullanması onun umrunda bile değildir. O, işçilerin Kürtçe şarkı eşliğinde çektikleri halayı kayda alan videoya dair “muazzam analizler” yapar. Kürtçe şarkıyla halay çeken işçilerin Ege’yi “işgal ettiği”ni iddia eder. Kürtçeye karşı ırkçı bir söz söylemiş olmanın utancında değildir. Kürt ne yaparsa yapsın ona yaranamaz. Dilinin, kimliğinin, acı çekmesinin, hakkını aramasının ve hatta insan olmasının hiçbir önemi yoktur. Söz konusu Kürt’se ırkçının “ilerici, laik, okumuş” olmasına işaret eden tüm vasıflar askıya alınır. Bunda beis görmez. Aksine “temizlik” ister. Temizlik, işgal… Ne kadar da faşizmin dili, ırkçılığa ait kavramlar değil mi? Bu soruya “yok öyle değil” der, bu ırkçı. Çünkü “üstün” olan ırkçılık yapmaz ona göre.
Topluma yayılan faşizm ve ırkçılık, akademide de yankısını bulur. Sorsan ömrünü “hak, hukuk, adalet” için harcadığını iddia edenler, söz konusu Kürtlerin dahiliyeti olunca bir anda işçiye, emeğe, sınıfa yabancı hale gelirler. Bunlara göre Kürtlerin temsilcisi olan siyasi partinin işçilerin yanında durması, ucuz bir siyasi hamledir. Burada siyasi hamlenin kıratını o belirler, çünkü üstün olan odur. Yargıç odur, karar veren odur. Teskin edilmesi gereken de odur, teskinin sınırlarını çizen de… Kabul ve ret ölçülerini o belirler, çünkü o üstündür. Oysa gerçekten eşitliği değer haline getiren ve üstünlük fikrini reddeden bir gözle bakıldığında zavallının teki olduğu görülür. Gerçekte zavallı olma ile eşitsiz düzen içinde üstün olma arasında yaşadığı gerilimi her hissettiğinde, ırkçılık yaparak kendisini “teskin etmek” ister. Bu gerilim ayyuka her çıktığında daha fazla asabileşir.
Özcesi faşizm ve ırkçılık her an üretiliyor, faşizm kurumsallaşma ihtiyacından çok topluma yayılarak kendisini var ediyor. Toplulukların kılcal damarlarına kadar sızıyor. Böylece günümüz faşisti ırkçılık yapmayı normalleştiriyor, sıradanlaştırıyor. Sıradan olanı inşa ederek kendisini “üstün kılan” ayrımcı sistemin konforlu üyesi olmayı süreklileştirmek istiyor. Bu konfordan vazgeçmemek için çırpınıp duruyor. Oysa gerçekte, çırpınma motivasyonu, eşit olma ihtimalinden duyduğu korkudur.
İzmir’de işçiler eylem yaparken Türkiye gündeminin birinci sırasında 27 Şubat’la başlayan, menziline Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşmeyi alan bir süreç var. Bu sürecin öngörülebilir sonuçlarının bazı kesimlerde ırkçılığı ve faşizmi harladığını söylemek zor olmasa gerek. Bu ırkçı alarmın arkasında yatan eşit olma ihtimalinin yarattığı korkudur. 27 Şubat’ta başlayan süreç menziline varırsa, Türkiye’de soyut anlamda bir eşitlik değil, hukuki ve güvenceli anlamda bir eşitlik; soyut anlamda bir kardeşlik değil, eşitliği esas alan bir kardeşlik mümkün olacak. Eşitsizlik üzerinden inşa edilen sistem yerini eşit yaşamı esas alan bir düzene bırakacak.
Faşist hezeyanların ve ırkçı pratiklerin en büyük korkusu eşit olma zemininin ortaya çıkmasıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, 27 Şubat süreci öngörülebilir sonuçlarına ulaşsa bile önümüzde anti-kolonyal ve de-kolonyal mücadele süreçleri uzun süre devam edecek. Ne de olsa “modern insan” için konfordan vazgeçmek, eşitlenmeyi kabul etmek kolay olmayacak.