Mücadele yalnızca işyerinde değil, aynı zamanda doğada, sokakta, evde ve kamusal yaşamın tüm alanlarında verilmesi gereken bütünlüklü bir direnişin parçası olmalıdır. Toplumsal adaletin yeniden inşası, ancak emek, doğa, kadın ve çocukların özgürleştiği bir toplumsal düzenle mümkün olacaktır
Deniz Öztekin
Türkiye’de son yıllarda çalışma hayatı, çevre politikaları ve toplumsal yaşam alanlarında yaşanan gelişmeler, iktidarın neoliberal otoriter bir çizgide ilerlediğini göstermektedir. Bir yandan sendikal hak ve özgürlükler aşındırılmakta, emekçiler açlık ve yoksulluğa mahkûm edilmekte; diğer yandan doğa kıyımı, kadın cinayetleri ve çocuklara yönelik şiddet, toplumsal yapının kırılganlığını derinleştirmektedir. Bu çok katmanlı kriz, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel boyutları olan bir toplumsal adaletsizlik sorununa işaret etmektedir.
Günümüz Türkiye’sinde emekçiler, yalnızca ekonomik değil; sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda da çok yönlü bir krizle karşı karşıyadır. Bir taraftan sendikal hak ve özgürlükler kısıtlanarak emekçiler açlık ve yoksulluğa mahkûm edilmekte; diğer taraftan Toplu İş Sözleşmesi (TİS) masasında işçi talepleri görmezden gelinmekte ve sefalet koşulları dayatılmaktadır. Ancak sorun yalnızca emek ekseninde değil, aynı zamanda doğanın, kadınların ve çocukların yaşam alanlarında da kendisini göstermektedir.
Sendikal hakların daraltılması, grevlerin ertelenmesi ve iş güvencesinin zayıflatılması, emekçileri giderek daha fazla güvencesiz çalışma biçimlerine sürüklemektedir. Asgari ücret politikaları, enflasyon karşısında hızla erirken, TİS masasında iktidarın yaklaşımı işçi ve emekçilerin lehine değil, işveren ve sermaye lehine şekillenmektedir. Böylece emekçiler, yalnızca düşük ücretlerle değil, aynı zamanda sosyal hakların tırpanlanmasıyla da sefalete itilmektedir.
Emek alanındaki baskılar, doğa üzerinde yürütülen politikalarla paralel bir seyir izlemektedir. Büyük ölçekli rant projeleri, maden faaliyetleri, enerji yatırımları ve kentsel dönüşüm uygulamaları; doğayı ve yaşam alanlarını yok etmektedir. Bu süreçte devletin asli işlevi, doğayı korumak değil, sermaye gruplarına yeni rant alanları açmak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Orman yangınları sonrası rant amaçlı imar planları, tarım alanlarının sanayiye açılması ve su kaynaklarının ticarileştirilmesi, ekolojik krizi daha da derinleştirmektedir. İktidarın doğa politikaları, yalnızca çevresel değil, aynı zamanda sınıfsal bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır: doğa, sermaye birikiminin aracı haline getirilmektedir.
Toplumsal adaletsizliklerin en ağır biçimde hissedildiği alanlardan biri kadınların yaşamıdır. Kadınlar, hem kamusal alanda hem de özel yaşamda sistematik şiddete maruz bırakılmaktadır.
Türkiye’de kadın cinayetleri çoğu zaman en yakın erkekler tarafından işlenmekte, failler çoğunlukla cezasızlıkla ödüllendirilmektedir. Bu durum, kadınların hiçbir alanda kendilerini güvende hissetmemelerine yol açmaktadır. Kolluk güçlerinin şiddet uygulaması, yargının faillere karşı caydırıcı önlemler almaması ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini derinleştiren politikalar, kadınları her gün daha da güvensiz bir ortama mahkûm etmektedir.
Cezasızlık kültürü, bu suçların devamlılığına zemin hazırlamakta ve kadınların hem özel hem de kamusal yaşamlarını tehdit etmektedir.
Yoksullaşma, en çok çocukların yaşam koşullarını etkilemektedir. Yetersiz beslenme, eğitime erişimdeki eşitsizlikler ve sağlık hizmetlerindeki yetersizlik, çocukları yapısal bir kırılganlık içine sürüklemektedir.
Toplumsal kriz, çocukların yaşamlarında da derin izler bırakmaktadır. Ekonomik yoksunluk, eğitim ve sağlık haklarına erişimi sınırlandırırken; kolluk güçlerinin uyguladığı şiddet, çocukların güvenlik algısını zedelemektedir. Böylece çocuklar, hem yapısal eşitsizliklerden hem de doğrudan şiddet pratiklerinden etkilenerek geleceğe güvensiz bir şekilde hazırlanmaktadır.
Türkiye’de emekçilerin sefalet koşullarına mahkûm edilmesi, doğanın sermaye lehine yağmalanması, kadınların her gün şiddet tehdidi altında yaşaması ve çocukların güvencesiz bir geleceğe itilmesi, birbirinden kopuk olgular değildir. Aksine bunlar, neoliberal otoriter politikaların farklı alanlardaki yansımalarıdır.
Bu nedenle mücadele yalnızca işyerinde değil, aynı zamanda doğada, sokakta, evde ve kamusal yaşamın tüm alanlarında verilmesi gereken bütünlüklü bir direnişin parçası olmalıdır. Toplumsal adaletin yeniden inşası, ancak emek, doğa, kadın ve çocukların özgürleştiği bir toplumsal düzenle mümkün olacaktır.