Kartalkaya’daki felaketin üzerinden bir hafta geçmişken, hepsi de bu rezaletten bal gibi sorumlu olan makamlar, suçu birbirinin üstüne atmaya, normalde ‘yetki’ delisi olan adamlar bu meselede ne kadar ‘yetkisiz’ olduğunu kanıtlamaya uğraşıyor. Sonuçta olacakları şimdiden biliyoruz; halkımızın ‘vah gidene’ deyimiyle özetlediği durumla karşılaşacağımız kesin gibi.
Ama bu arada alttan alta başka bir şey daha yürüyor sanki. Yoksullar ülkesiyiz biz; insanlar -iyice zıvanadan çıkmış ucubeler hariç- elbette orada yaşanan korkunç şeyden dolayı acı duyuyorlar; fakat bu arada kısmen sınıfsal, kısmen de haset duygusuyla ilgili (ikisi birbirinden ayrıdır) başka bir tartışma pek su yüzüne çıkmadan sürüyor. İnsanlar, söz konusu otelin gecelik fiyatlarını okuyorlar, sonra dönüp kendi sefil hayatlarına bakıyorlar ve bu kadar parayı verdikten sonra üstüne bir de yanarak ölen insanlar hakkında karmaşık duygular içinde kalıyorlar. Çünkü berbat bir yaşamları var, çünkü üç kuruş uğruna çalışıp asla bu şansa sahip olamamanın acısını da yaşıyorlar.
Bir şeyi açıklığa kavuşturarak ilerleyelim. Türkiye’nin ultra-zenginleri Kartalkaya’nın semtine bile uğramaz. Burjuvazinin eski klanları zaten uğramaz da, AKP gölgesinde parlamış ‘piranha’ takımı da o tür tatiller için çok başka imkânlara sahip. Ama Türkiye’de bir kesim var. Orta sınıf desen orta sınıf değil. Küçük-orta boy şirketlerin yöneticileri, amele gibi çalışanların dışındaki yönetici mühendisler, iyi kazanan kesimden hekimler, ortanın üzerindeki bürokratlar, vb… Felakette yaşamını yitirenlerin listesine baktığınızda kolayca görebileceğiniz bir tablo bu. Bizden değiller ama bir Rahmi Koç ya da Mehmet Cengiz filan da değiller.
Ama BİM müşterileri olarak bizim dünyamız o kadar felaketli ki, an itibarıyla durduğumuz yerden çok yukarılarda görünüyorlar. Son yirmi, hatta üç-beş yılda ufkumuzu daralta daralta hepimizi köstebeğe döndüren düzen, kafamızı da karıştırıyor. Sokak röportajlarında çok karşılaşıyoruz, değil mi? Şu, “çıkar bakalım telefonunu” diyen dayılar! Emekli maaşının yettiğini söylüyor mesela adam. Yetiyor evet, çünkü ‘ihtiyaç’ denilen şey, çoktandır ‘hayatta kalma’ seviyesine kadar indirilmiş durumda. Daha vahimi şu: Aynı röportajlarda ‘geçinemiyorum’ diye feryat edenler de aslında aynı ‘ihtiyaç’ ölçüsüne sahip. Durum öylesine korkunç bir noktada ki, şikâyetçi yurttaşlar da feryat ederken, karın doyurmak, kira ödemek, fatura ödemek, ayağına pabuç almak gibi son derece basit ve en temel insani ‘ihtiyaçlardan’ söz ediyorlar. Yani onlar da aslında kendilerini en dibe mahkûm görüyor ve daha fazlasını talep etmiyor.
2001’de asgari ücretin bir buçuk katı olan emekli maaşı, 2023’te asgari ücretten yüzde 30 daha düşük hale gelmiş, ‘ortalama ücret’ seviyesinde olan asgari ücret artık zaten dibe vurmuş, memlekette 5 milyon hane (her 5 haneden biri) ‘yardım’la ayakta duruyor ve ‘ihtiyaç’ denilen şeyin tanımını işte bu sefalet durumu belirliyor. Adım adım izlenen ‘ihtiyaçtan vazgeçirme’ politikası, ‘ihtiyaç’ tanımını her gün daha aşağıya çekerek ilerliyor.
Nedir ihtiyaç?
Hayatta kalmak mı? Eski bir Ortadoğu inanışına göre zeytin, hurma ve su bunun için yeterli. Bu mu? Bu kadar mı? Yani mesela yorulmuş insanın dinlenmesi bir ihtiyaç mıdır? Ve yine bir başka soru: Dinlenmek, yatıp uyumak mıdır? 1800’lerde bile işçi sınıfının temel sloganlarından biri “Sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat eğlence” iken şimdi neredeyiz? Bütün gün çekiç sallamış bir adamın bir sinema filmi izleyip komikse mesela gülmesi, bir konsere gidip şarkılara eşlik etmesi ihtiyaç değil midir? Ya da sevdiği biri ya da birileriyle yaşadığı kentin güzel bir yerini karşısına alarak bir yerde oturup kahve ya da ne içecekse içmesi…
Cezaevinde insanlığını yitirmemiş iyi hekimler bize iki şey söylerdi: Birincisi, beton zeminde oynadığımız voleybol ve futbolun diz eklemlerimizdeki kıkırdak dokuyu bozduğunu, ileride bunun acısının çıkacağıydı. Aynen öyle oldu.
İkincisi, sürekli dar bir alanda çalışan görme organımızın zamanla problem yaratacağıydı ve o yüzden hastaneye, mahkemeye her gittiğimizde uzaklara, ufuk çizgisine bakmamızı önerirlerdi. O konuda da haklı çıktılar.
Hayat da öyle değil mi? Sahi, dar bir hücre midir hayat?
Şu gezegende ne kadar kalıyoruz ki. 70-80 yıl. Sonra ölüyoruz işte. Peki, bu hayatı nasıl değerlendirebiliriz? Bu kadar kısıtlı bir sürede ne yapabiliriz?
Birkaç yanıtı var bunun. Sıkı bir dini inancı olanlarınki belli; burada sıkıntı var, öte yanda ferahlık. Tamam.
Hiçbir şeye inanmayanların da işi kolay: Hedonizm filan diyorlar adına. Vur patlasın çal oynasın. ‘Bi’daha mı gelcez dünyaya!
Bir yol daha var ama. Evrenin milyarlarca yıllık tarihi içinde bir kum tanesi kadar önemsiz olan hayatımızda, memlekete, gezegene bir şey yapmak, gelecek kuşaklara daha iyi bir evren bırakmak, vb…
‘İhtiyaç’ kavramının tanımını da tam buradan belirliyoruz işte ve bizi ne kadar daraltırlarsa o kadar seviyesini aşağıya çekiyoruz; ta ki hayatta kalma düzeyine kadar. Kişisel deneyimlerimiz de öyle. Şunun şurasında daha üç-beş yıl önce akşamüstü gazeteden çıktığımda, eşimle birlikte, “yahu şimdi evde uğraşmayalım” deyip bir yerde bir şeyler atıştırdığımız olurdu; şimdi aklımızdan bile geçirmiyoruz. Çatısı akan evi yaptırmak için altına girdiğimiz borç yükü yaz için ‘belki de’ ayırabileceğimiz kaynakları kırdı geçirdi; kayınbiraderden çadır, marketten makarna yumurta derken, üç-dört günlük bir şeyle geriye kalan 360 gün için çok fena enerji depolayabildik! Yazın kredi çekip bir hafta tatil yapan, sonra 11 ay o krediyi ödemek için her şeyden kısan bir sürü insan tanıyorum. Onların durumu ayrı bir macera!
Bu işte! Bu kadar!
Bütün bunları yaşıyoruz ve ya öfkeleniyoruz ya da “lanet olsun”la çoğu kez aynı anlama gelen ‘’şükür” yolundan gidiyoruz.
Ve işte tam bütün bunlar olurken, bir yandan yanan bir otelde çırpına çırpına can veren insanların acı öykülerini izliyoruz, diğer yandan da söz konusu otellerin gecelik konaklama fiyatlarına bakıp o insanların aylık gelirleri üzerine kestirimler yapıyoruz. Bu arada hiç aklımıza gelmeyen, aklımıza gelmesi istenmeyen şey, bütün bu imkânların aslında insan olarak bizim de hakkımız olduğu. Yok! Silmişiz kafamızdan çünkü onu! Temiz bir odada yatmak, pencereden denizi ya da karlı dağları izleyip sevdiğimiz insanlarla gülüp eğlenmek, bir restoranda oturup cebimizdeki parayı hesaplamadan yemek yemek gibi şeyleri listemizden çıkarmışız ya da zaten listemize hiç alamamışız! Nasıl su, elektrik, barınma, ısınma gibi temel insan ihtiyaçlarının ücretsiz olabileceği aklımızdan kazınıp atılmışsa, bütün bunlar da zaten uzak hayaller haline gelmiş.
O yüzden, Avrupa’daki muadillerine göre ‘kıytırık’ denilebilecek bir otelde sömestr tatili yapan insanlar bize Jeff Bezos, Elon Musk gibi filan geliyor. Tam da bir Fransız Devrimi şarkısında söylendiği gibi: “Biz dizlerimizin üstünde durduğumuz için / Onlar bize büyük görünürler.” Öyle değiller ama aslında. Evet, onlarla bile aramızda derin bir uçurum var, bu bir gerçek. Ama insan olmamızdan ötürü, dünyaya gelmiş olmamızdan ötürü sahip olduğumuz, sahip olmamız gereken haklarımızı, çok özel, çok ulaşılamaz şeyler gibi görmemiz, tam da onların istediği şey değil mi?
İki yıl önce İnter ile Manchester City arasında Şampiyonlar Ligi finali İstanbul’da yapılmıştı, hatırlıyorum. İstiklal Caddesi ve ara sokaklar külliyen işgal altındaydı o gün. Şehrin bira stokunu tek günde eritti adamlar. Ben de Kapıkule’den öteye geçmemiş bir ‘Anadolu çocuğu’ olarak gün boyunca bağırıp çağırıp şarkılar söyleyen bu güruha az küfretmemiştim doğrusu. Oysa düşününce, hiçbiri de Kraliyet ailesinden filan değildi yani. Bildiğin holigan tayfası işte, ne olabilirler ki.
Bu işte, bize yapmak istedikleri ve yaptıkları şey bu. Ciğeri boyumuzun asla yetmeyeceği yere asmak ve sonra cüceliğimizle alay etmek! Üstüne bir de cücelerin birbiriyle cebelleşmesini izliyorlar locadan. Keyifli olmalı!
Bertolt Brecht’in “Alışveriş Yapan” diye bir şiiri var. Uzundur biraz. İlk bölümünde, yaşlı ve yoksul bir kadın, ekonomik kriz koşullarında yiyecek bir şey alamadığını ve artık dükkânlara gitmediğini anlatıyor uzun uzun. Şöyle devam ediyor şiir: “Sonra aklımı başıma topladım günün birinde / ve eski bir müşteri olarak her gün / gitmeye başladım fırına, manava yeniden. / İhtiyacım olan şeyleri seçerdim bir bir, / her zamankinden ne daha çok alırdım ne daha az, / peksimetler de koyardım ekmeğin yanına, / lahananın yanına da pırasa, / ama hesabı çıkarttıkları vakit çekerdim içimi, / karıştırıp küçük para kesemi tutuk parmaklarımla, / yeterince param yok, derdim, başımı sallayarak, bunları ödeyecek / ve tüm müşterilerin gözleri önünde / çıkardım dükkândan gene başımı sallayarak. / Ve şöyle diyorum kendi kendime: / Hiçbir şeyi olmayan bizim gibiler / yiyecek satılan yerlerde görünmezlerse bundan böyle / hiçbir şeye ihtiyacımız yok sanabilirler, / ama buraya gelir de hiçbir şey satın alamazsak eğer / haberleri olur hiç değilse.”
Bir de şey var. O Fransız Devrimi şarkısının tümü yukarıda alıntıladığım kadar değil. Bir de nakaratı var. Tam hali şöyle: “Biz dizlerimizin üstünde durduğumuz için / Onlar bize büyük görünürler. / Ayağa kalkalım!”