Her kitle katliamı, yarattığı şokun etkisiyle olayı uzaktan izleyen bizlerin beynini ve muhakeme yeteneğini de felç edebiliyor. Olayın dramatik sacayakları -cani, kurbanlar ve kendini feda eden kahramanlar- etrafında biçimlenen medya söylemi, yaşananı toplumsal bağlamına oturtacak soğukkanlı analizlerin önüne geçebiliyor çoğu zaman. Biz de ister istemez bireysel insan hikâyelerine odaklanan bu anlatıya teslim olup canileri yaratan asıl karanlığı görmekten uzaklaşabiliyoruz.
Irkçı katliamcıların akıl hocaları, Trump gibi karikatürize figürlerden veya Marine Le Pen, Geert Wilders gibi bir avuç ırkçı popülist siyasetçiden ibaret değil. Asıl ihtiyaç duydukları teorik zemini onlara sunan daha saygın görünümlü bir sağcı yazar-çizer tayfası var ki, yaşanan trajedinin gürültüsü içinde isimleri şöyle bir görünüp kayboluyor; sonra kariyerlerinden bir şey yitirmemiş olarak o ‘değerli’ fikirlerini satmaya devam ediyor.
2011’de Norveç’te, 2019’da Yeni Zelanda’da olduğu gibi, failler katliamlarına hazırlanmak için yıllarını harcıyor, okumalar yapıyor, uzun manifestolar döşeniyor ve onları birbiriyle çelişen alıntılarla süslüyor. Daha doğrusu bir dizi komplo teorisini sağcı yazarların eserlerinden kes-yapıştır usulüyle bir araya getirip adına manifesto diyorlar.
Son cami katliamını gerçekleştiren Brenton Tarrant, 78 sayfalık manifestosunun başlığını Fransız Renaud Camus’nün 2011’de yayımladığı “The Great Replacement” (Büyük Yer Değiştirme) adlı kitabından araklamış. Müellifin adını anmamış olmasını hoş görebiliriz; Avrupa aşırı sağı Camus’den ödünç aldığı bu lafı o kadar sevmiş ve son yıllarda ağzına sakız etmişti ki, sonunda anonim bir kavrama dönüşmüş, ırkçı katil de onu muhtemelen o ağızlardan duymuş. Tıpkı ilham aldığı Anders Behring Breivik’in 1518 sayfalık manifestosunda sıkça alıntıladığı Bat Ye’or adlı yazarın kitabının başlığı “Eurabia” kavramı gibi. Her ikisi de basitçe, Arapların veya aynı anlama gelmek üzere Müslümanların gelecekte Avrupa’yı istila etme paranoyasına yaslanıyor ve bunun büyük bir plan çerçevesinde gerçekleştiği safsatasını teorize etmeye çalışıyor.
İlk kitabı için Barthes’a önsöz yazdıracak kadar Fransız entelijensiyasına dahil olmuş, sağ ile sol fikirlerin tuhaf bir harmanından oluşan siyasi görüşleriyle tanınan Camus, mülteci karşıtlığını seçimlerde Le Pen’i desteklemeye kadar vardırmış bir yazar. Avrupa sağına “Eurabia” kavramını kazandırmış, herhangi bir akademik formasyondan yoksun Ye’or ise, uzmanı olmadığı konularda kitaplar yazarak hayatını kazanan, Harun Yahya’nın yontulmuş hali diyebileceğimiz bir Siyonist. Çoğu yorumcunun işaret ettiği gibi, Nazi antisemitizmine ilham veren “Siyon Liderlerinin Protokolleri” benzeri bir metnin 2000’lerde bir Siyonist tarafından bu kez Arap karşıtlığı üzerinden yeniden üretilmesi ne kadar ironik!
Breivik ve Tarrant gibi tetikçilerin ilham perileri, işte beyaz coğrafyanın her yerine dağılmış olan Camus ve Ye’or gibi, Bruce Bawer, Melanie Phillips, Mark Steyn gibi isimlerden oluşan yazar-yorumcu tayfası. Yok satan kitaplarıyla, milyonların izlediği programlarıyla aşırı sağcı partilere oy verenlerin sözcüsü konumuna gelen bu isimler, ırkçı bakışlarını şık kavramlarla sarmalayıp 2000’lerin yükselen sağ politikalarına hediye etti.
Almanya’daki Türkiyeli işçileri dini inançları üzerinden tarif etmek daha önce kimsenin aklına gelmezken, İkiz Kuleler saldırısından sonra ABD ve Avrupa’daki neredeyse bütün beyaz olmayanlar için yeni bir sıfat keşfedildi: Müslüman. Britanya’nın Asyalıları, Almanya’nın Türkleri, Fransa’nın Afrikalı/ Arap nüfusu tek ve aynı kimliğin mensupları olarak kodlandı. Böylece sosyal anlamda yan yana gelme ihtimali sıfıra yarın olan Londra’daki Sünni Pakistanlı ile Hamburg’daki Alevi Türk aynı büyük ailenin üyesi, bir adım sonra da Avrupa’nın köküne kibrit suyu dökmeyi hedefleyen bir komplonun neferleri olarak görülmeye başlandı. Bu akla ziyan teorinin delillerle desteklenmesine gerek yoktu; somut gösterge yoksa, siyasal İslamcıların söylemi ne güne duruyor: “Hepsi Kur’an’da var.”
Bu fikirlerle donanmış bazı cengaverler de, yaklaşan tehlike karşısında bir şey yapmak gerektiğine inanıyor. Birisi Avrupa’daki ‘beyaz soykırımını’ engellemenin yolunu liberal Norveçlilerin çocuklarını katletmekte buluyor. Avustralya’da doğup büyüyen diğeri, Avrupa’yı mülteci akınından kurtarmak için Yeni Zelanda’daki Afganlı veya Filistinliyi öldürüyor.
Yeni Zelanda, Norveç gibi ‘yeryüzü cennetleri’nde nasıl olur da böyle katliamlar yaşanır, sorusunun cevabını ülkelerin somut şartlarında değil, faillerin azmettiricisi olan bu ‘enternasyonel’ sağ tahayyülde aramak lazım belki de. 2019’da “İstanbul’u Konstantinapol yapamayacaksınız” diyerek bizi böyle bir tehlike olduğuna inandırmaya çalışan kafayla Büyük Yer Değiştirme manifestosunu yazan kafanın kardeş olduğunu unutmadan.